31 Mart 2022 Perşembe

Kasvetli Ev / Charles Dickens

Kasvetli EvKasvetli Ev

Kasvetli Ev’den…

Rosa gözyaşlarıyla ayağının dibine diz çöküp elini öpüyor. Leydimiz gözleri ateşe dikilmiş, elini tutan bu eli, iki elinin ara-smda evirip çevirdikten sonra zamanla elinden bırakıyor. Onu böyle dalgın gören Rosa usulca çekiliyor ama leydimizin gözleri hâlâ ateşte.

Neyi arıyor? Artık olmayan, hiç olmamış bir eli mi, hayatını mucizevi bir biçimde değiştirecek bir dokunuşu mu? Yoksa Hayalet Yolu'nu dinleyip, bu ayak sesinin en çok kiminkine benzediğini mi düşünüyor? Bir erkeğin mi? Bir kadının mı? Sürekli ona doğru yaklaşan küçücük bir çocuğun ayak tıpırtıları mı? Üzerinde bir hüzün var; yoksa bir leydi neden kapısını kapatıp yapayalnız şömine başında otursun ki?

Volumnia ertesi gün gidiyor, diğer bütün kuzenler de öğle yemeğinden önce dağılıyor. Sir Leicester'm kahvaltıda Bayan Rouncewell'in oğlundan yola çıkarak hudut işaretlerinin yıkılması, barajların açılması, toplumun çatısının çatlamasından söz etmesi kuzen alayının tek üyesini bile şaşırtmıyor. Teessüre kapılmayan, bunu William Buffy'nin zayıflığına yormayan, hile ve desiseyle bir kır evinden -bir maaştan- ya da o tip bir şeylerden mahrum bırakılmadığını düşünmeyen yok. Volumnia'ya gelince, Sir Leicester eşliğinde büyük merdivenden inerken, sanki Kuzey İngiltere'de rujunu ve inci kolyesini elinden alacak büyük bir ayaklanma çıkmış gibi mevzuya dem vurmadan edemiyor. Böylelikle, hizmetçilerin ve uşakların koşuşturma sesleri arasında -çünkü kendilerine bakacak takatları olmasa bile uşaklara ve hizmetçilere bakmaları akrabalık bağlarının gereklerinden biri— kuzenler semanın dört rüzgârına dağılıyor; esip duran ayaz bir rüzgâr boşalan evin yakınındaki ağaçlardan bir sağanak indiriyor, sanki bütün kuzenler yapraklara dönüşmüş gibi.

Chesney Wold kapalı, halılar dürülüp kasvetli odaların köşelerine konmuş, parlak damasko döşemeler kahverengi kılıflar içinde çile dolduruyor, oymalarla yaldızlar eza çekiyor ve Dedlock ataları yine gün ışığından çekiliyorlar. Evin etrafında yapraklar sapır sapır dökülüyor -ama asla aceleyle değil, ağırbaşlı ve yavaş bir ölüm hafifliğiyle döne döne süzülüyorlar. Bahçıvan yığılan yaprakları istediği kadar süpürsün, el arabalarına tıkıştırıp başka yerlere döksün, yine de yerde bilek boyu birikiyorlar. Islıklı rüzgâr Chesney Wold'un etrafında uluyor; sert yağmur tıpırdıyor, pencereler tıkırdıyor, bacalar inliyor. Yollarda sisler saklanıyor, manzarayı kapatıp, bir cenaze alayı gibi yükseklere ilerliyorlar. Bütün evde soğuk, ıssız bir koku var, küçük bir kilisenin kokusu gibi ama daha kuru; sanki uzun gecelerde merhum Ded-lock'lar burada yürüyüp mezarlarının kokusunu arkalarında bırakıyorlar.

Ama Chesney Wold'la nadiren aynı ruh halinde olan, o şenlendiğinde pek şenlenmeyen, bir Dedlock'un ölümü haricinde o mateme girdiğinde mateme girmeyen şehirdeki ev ışıl ışıl uyanmış. Ancak büyük bir debdebeye yaraşacak şekilde sıcak ve aydınlık, sera çiçekleri sayesinde zerrece kışın izini taşımayan hoş kokulara bürünmüş; öyle sessiz ve sakin ki odaların sükûnetini sadece saatlerin tıkırtısı ve harlı ateşlerin çıtırtısı bozuyor; Sir Leicester'm üşümüş kemiklerini adeta gökkuşağı renginde yünlere sarıyor.

Sir Leicester vakur bir keyifle kütüphanedeki büyük ateşin önünde oturmaktan, lütfedip de kitaplarının arkaları-ni okumaktan ya da güzel sanatlardan yana beğeni dolu bir bakış fırlatıp onları onurlandırmaktan memnun. Çünkü hem eski hem de modern tabloları var. Sanatın ara sıra uzmanlaşmaya tenezzül ettiği Maskeli Balo Ekolünde, bir mezattaki parçalar gibi kata-loglanmaya gelebilecek tablolar bunlardan bazıları.

Mesela "Üç yüksek arkalıklı sandalye, bir masa ve örtüsü, (içinde şarap olan) uzun boyunlu şişe, bir yayvan şişe, bir İspanyol kadın kostümü, model Bayan Jogg'un yüzünün dörtte üçünün portresi ve içinde Don Kişot bulunan bir zırh." Veya "Bir taş teras (çatlak), uzakta bir gondol, tepeden tırnağa bir Venedik senatörü giysisi, model Bayan Jogg'un profili eşliğinde nakışlı beyaz saten kostüm, sapı mücevher işlemeli altın bir pala, (nadide) Mağribi elbisesi ve Othello."...

1.Kitap

LİNK

2.Kitap

LİNK

30 Mart 2022 Çarşamba

Uzay Düğümü / C. J. Cherryh

Uzay DüğümüUzay Düğümü

Uzay Düğümü’nden…

Ayağa kalkıp bir kucak odunu ateşe attıktan sonra, mümkün olduğu kadar ateşe yakın bir yerde battaniyesine sarınıp uzandı ve kısa bir süre sonra yorgunluktan uyuya kaldı. Çakıl taşlarının birbirine sürtünmesinden meydana gelen ses ve kumların hışırtısı ile uyanarak başını kaldırdı, sönmek üzere olan ateşin son parıltıları gözlerini kamaştırdı. Arkasında, suyun üzerinde dalgalarla sağa sola sallanan bir ejderha başı vardı.

Derhal ayağa fırlayıp silâhına davrandığı anda bir kaç adam tarafından yere yıkıldı. Ona hücum edenler büyüklükleri ve şekilleri itibarı ile insana benzeyen son derece kuvvetli, canlı yaratıklardı. Ağzına dolan kumları tükürdü, onlardan kurtulmak için çırpınıp sağa sola yumruklar sallayıp kurtulmağa çalışırken başına indirilen kuvvetli bir darbeyle kendini kaybetti. Yarı baygın durumda, kalın bir halatla bağlandığını ve suyun içinde çekilerek götürüldüğünü hissetti. Yuttuğu tuzlu suyla boğulacak gibi olup tamamen kendini kaybetti.

Kendine geldiğinde, sert tahtalar üzerinde sırılsıklam durumda yatmakta olduğunu fark etti. Birden yerinden fırlamak istedi ama derhal yatırıldı. Ayaklarından zincirle kalın bir ağaç direğe bağlanmıştı. Başını çevirip baktığında, karma karışık halatlar gördü, biraz ilerde parlak ay ışığında keskin hatlarıyla bir ejderha başı duruyordu. Yelkenli bir gemide bulunduğunu anlamıştı.

Küreklerin ritmik olarak suya batarken çıkardığı sesler arasında, kuvvetli erkek sesleri duydu. Geminin yalpalaması dört köşeli yelkenlerinin açılmasıyla yavaşlarken, büyük yelkenler de rüzgârla doldu. Rüzgârın gemiye yol vermesiyle güverte üzerindeki durgunluk onda rahatlatıcı bir etki yapmıştı. Karanlıkta yediği bir darbeyle ona ayağa kalkması işaret edildi. Kurt Morgan, ayaklarından zincirlerle yelken direğine bağlı olduğundan, güçlükle doğruldu. Etrafında birçok adam duruyordu. Yıldızların saçtığı hafif ışık altında kendisini merakla seyredenlerin yüzlerine baktı. Yüz hatları birbirine benzeyen bu kimselerin geniş şakak kemikleri basık ve güzel şekilli burunları, koyu renkli iri gözleri, geniş alınları vardı.

Vücut yapıları dünyalılar gibi uzun boylu, ince yapılı ve adaleli idi. Kurt’a dokunmadan sadece onu seyrediyorlardı. Sonra içlerinden biri otoriter sesiyle bir şeyler söyleyince onu yalnız bıraktılar. Tahtalar üzerine tekrar oturduğunda korkudan ve sinirlerinin bozukluğundan her tarafı titriyordu. Adamlardan biri geri dönüp, Kurt’un üzerine kalın bir örtü attı. Kaba bir kumaştan yapılmış olan bu örtüye sıkıca sarınıp ısındı, ancak gözüne bir türlü uyku girmedi.

Yeni günün ilk ışıkları etrafı renklendirmeye başlamasına kadar hiç kimse onunla ilgilenmedi. Daha sonra adamlardan biri büyük bir kapla bir tası yanı başına tahtalar üzerine koydu. Kurt minnettarlık içinde sıcak çorbayı yemeye, şekerli kaynar çayı yudumlamaya başladı. Etrafın iyice aydınlanması ile gemideki adamların hiç de sevimsiz olmadıklarını fark etti. Derileri kahverengiden altın sarısına çalan bir renkte, saçları ise lacivert siyahtı. Daracık gemi içinde birbirlerine karşı son derece saygılı bir şekilde davranıyor, bu sebeple özgür bir rahatlık içinde bulunuyorlardı.

Sık sık güldüklerini görüyor, konuşmalarında dostluk ve samimiyet sezinliyordu. Kurt onlardan bazılarını ayırt etmeye başlamıştı. Ona yemek getiren, iri yapılı yaşlı bir adamdı. Bu adam çekik gözlü genç subaydan aldığı emirleri tayfalara duyuruyordu...

LİNK

29 Mart 2022 Salı

Bülbülü Öldürmek / Harper Lee

Bülbülü ÖldürmekBülbülü Öldürmek

Bülbülü Öldürmek’ten…

Calpurnia ise başlı başına bir olaydı. Tümüyle köşelerden ve kemiklerden oluşmuştu. Miyoptu, şaşıydı, eli de bir tokaç kadar geniş ve ağırdı. Beni sürekli mutfaktan kovar, benden büyük olduğunu bile bile neden Jem gibi uslu olmadığımı sorar ve içeri girmeye hazır olmadığımda da eve çağırırdı. Atticus çoğunlukla ondan yana olduğundan, Calpurnia destansı savaşlarımızdan hep galip çıkardı. Jem doğduğundan beri bizimleydi, kendimi bildim bileli onun zorba varlığını üzerimde duymuşumdur.

Annemiz ben iki yaşındayken ölmüş. Bu nedenle onun yokluğunu hiç hissetmedim. Montgomery’li Graham’lardanmış. Atticus Eyalet Meclisine ilk seçildiğinde tanışmışlar. Atticus orta yaşlı, annem ise ondan on beş yaş küçükmüş. Jem evliliklerinin birinci ürünü. Dört yıl sonra da ben doğmuşum. İki yıl sonra annemiz ansızın ölüvermiş. Kalp hastalığı ailesinde öteden beri vardı derler. Ben onu hiç özlemedim ama sanırım Jem özlerdi. Onu iyi anımsıyordu ve bazen oyunun orta yerinde iç çeker, garajın arkasına gider, oyunu kendi başına sürdürürdü. Öyle anlarda ona ilişmenin akıllıca olmayacağını bilirdim. Ben altı, Jem on yaşındayken yaz sınırlarımız kuzeyde Bayan Hemy Lafayette Dobose’un evi ile, güneyde Radley’lerin eviydi. Bu sınırların ötesine geçmek aklımızın ucundan bile geçmezdi. Radley’lerin evinde bilinmeyen bir yaratık oturuyordu. Ondan şöyle bir söz edilmesi bizleri günlerce uslu tutmaya yeterliydi. Bayan Dubosa ise şeytanın ta kendisiydi.

İşte o yaz Dill geldi.

Bir sabah arka bahçede o günkü oyunumuza başlamak üzereyken komşumuz Rachel Haverford’un bahçesinden birtakım seslerin geldiğini duyduk. Köpek yavruları olup olmadığını anlamak için tel örgüye gittik. Bayan Rachel’ın av köpeği bebek bekliyordu. Bize bakan birini gördük. O kunuşuncaya kadar bir süre öylece bakıştık.

«Selam.»

«Sana da.» dedi Jem hoşnut bir tavırla.

«Ben Charles Baker Harris’im» dedi. «Okur yazarım.»

«Ee n’olmuş yani?» dedim.

«Okuma bildiğimi öğrenmek istersiniz diye düşündüm de... Okunacak bir şeyiniz varsa okurum.»

«Kaç yaşındasın?» diye sordu Jem. «Dört buçuk?»

«Neredeyse yediyim.»

«Öyleyse yaptığın marifet değil,» dedi Jem ve parmağıyla beni gösterdi. «Bu ufaklık doğduğundan beri okuyor. Üstelik de okula başlamadı bile. Sen yedi yaş için çok bücürsün.»

«Küçüğüm, ama yaşım büyük.»

Jem onu daha iyi görebilmek için saçlarını geriye attı. «Neden bu tarafa gelmiyorsun Charles Baker Harris? Tanrım, ne isim!»

«Seninkinden daha komik değil herhalde. Rachel Teyze seninkinin Jeremy Atticus Finch olduğunu söylüyor.»...

LİNK

28 Mart 2022 Pazartesi

Yanlış Tanık / Helen Nielsen

Yanlış TanıkYanlış Tanık

Yanlış Tanık’tan…

Ferguson sırıttı. «Birbirinizi tanıyacağınızı tahmin etmiştim zaten,» dedi. «Talmadge da şimdi Norveç'te yaşıyor. Oslo'ya yerleşmiş. Üstelik de Holbergle sıkı fıkı dostmuşlar. Koca dağ kaçağının nerede gizlendiğini biliyor, sık sık da onu görmeye gidiyormuş. Daha da ilginci, koca devi, hatıraları konusunda ona en iyi biçimde yardım edecek, onları en iyi değerlendirecek yayınevinin Harrison House olduğuna inandırmış. Şimdi son bir önemli iş var: Birisi oraya kadar gidip kontratları koca deve imzalatacak, işi bitirecek!»

Ferguson sustu. İçimde kopan fırtınaları gözlüyordu zevkle.

«Seni bu sıcaklarda New York'un serin, rahat hayatından uzaklaştırmaktan nefret ediyorum, ama son zamanlarda sinirlerin çok gerginleşti gibi geliyor bana. Deniz yolculuğu iyi gelir sanırım. Öyle lüks müks olamayan cinsinden... Durup dururken rekabete yol açmanın gereği yok. Şöyle, küçük bir yaz gezisi... Bana, Norveç'te balıkçılığın çok zevkli olduğunu söylemişlerdi.»

Vergilerden sonra elimde bir şey kalacak olursa, Ferguson'u vasiyetnamede yüzde yüz hatırlayacağım. Daha o hareket günümü, saatimi bildiren kâğıdı cebinden çıkarmadan ben şapkamı kaptığım gibi odadan fırladım...

OSLOFIORD, Bergen Limanına girerken inceden bir yağmur yağıyordu. Dokuz gün bir yeryüzü, bir gökyüzü gittikten sonra şöyle esaslı bir toprak parçası görmek herkesi sevindirmiş olacak ki, gemidekiler yağmura aldırmadan güverteye doluşmuşlardı. Çoğu da iniyordu Bergen'de. Gemi buradan Stavanger, Kopenhag ve son durak olan Oslo'ya gidecekti. Ben de bu yolu izleyecektim.

Dürüst olmam gerekirse, hiç de eğlenceli bir vakit geçirmiyordum. Oysa kendimi eğlendirmek için çırpmıyordum. Her yapılan şakaya avaz avaz gülüyor, Iowalı kızıl saçlı güzel öğretmene açıktan açığa kur yapıyordum. Yine de hiç bir şeyden tat alamıyordum. Bu da tabii bütün sinir sistemimi etkiliyordu. Uç gecedir korkunç baş ağrılarıyle kıvranıp duruyordum. Birdenbire geliyordu bu ağrılar; keskin, kör edici, delici ağrılardı.

Güvertede durmuş, gemideki günlerimi hatırlamaya çalışıyordum. Çünkü her şey silik bir haldeydi. Bana bir şeyler oluyordu ama, hatırlayamıyordum.

«Günaydın, Bay Grant! Bu sabah nasılsınız?»

Yağmurluğumun yakasını iyicene kaldırıp döndüm. Kiminle karşılaşacağımı biliyordum: Sundequist.

Otto Sundequist Stokholmlü bir işadamıydı. Ancak, artık emekli olmuştu. Uzun boylu, yanık tenli, şen görünüşlü, beresinin altından beyazlaşmış saçlar fışkıran, altmış yedi yaşında bir adamdı. Yaşını itiraf ettiği zaman hayranlık duymaktan kendimi alamamıştım. Yemek salonunda o, ben, çok hoş bir kız olan Iowa'lı öğretmen Ruth Atkins ve artık soyu tükenmiş türden soylu, yaşlı bir hanımefendi olan Bayan Perriman aynı masada otururduk. Sundequist'le daha yola çıkar çıkmaz tanışmıştık.

Son derece canlı, yorulmak bilmeyen bir enerjiye sahip, yakışıklı bir ihtiyardı. Güverte çevresinde yaptığımız hızlı bir tur sonucunda ben kendimi en yakın şezlonga atarken, o yeni ısınmaya başlıyordu. Bir tur daha atmak onun için işten bile değildi. Sanırım onu biraz kıskanıyordum. Şimdi sorduğu soruya içerlemem belki bu yüzdendi, belki de biraz utanmıştım: Üç gecedir üst üste baş ağrım tutmuştu: Biri yemekte, biri sinema salonunda film seyrederken, biri de dün gece güvertede otururken...

LİNK

27 Mart 2022 Pazar

Riga’nın Köpekleri / Henning Mankell

Riga'nın KöpekleriRiga’nın Köpekleri

Riga’nın Köpekleri’nden…

Buğulanmış camı eliyle silerek bir kez daha bota baktı. İçinde kimse yok, dedi kendi kendine. Bir gemiden düşmüş olmalı. Dümeni kırdı ve yavaşladı. Hızın değişmesiyle birlikte uyanan Jakobson bir karış sakalı uzamış yüzünü dümen köşkünden içeri uzattı. Geldik mi?" diye sordu.

"Lombarın yanında bir tahlisiye botu var," dedi, adı Holmgren olan dümendeki adam. "Alalım onu. Bir iki bin papel eder. Sen dümene geç, ben çengelle onu çekmeye çalışacağım."

Jakobson dümene geçerken Holmgren şapkasının kenarlarını kulaklarının üstüne çekti ve dümen köşkünden ayrıldı. Rüzgâr olanca hızıyla esiyordu, parmaklığa tutundu. Bot yavaş yavaş tekneye yaklaşıyordu. Dümen köşkünün yanında duran tekne çengelini asılı olduğu yerden çıkarmaya başladı. Kancaları açarken parmakları soğuktan donmuştu ama sonunda çengeli çıkardı ve suya attı.

Harekete geçti. Bot tekneden yalnızca birkaç metre ilerideydi ve Holmgren hatasını anladı; içinde iki kişi vardı. İki ölü. Jakobson dümen köşkünden haykırdı. Söyledikleri anlaşılmıyordu ama o da botun içinde ne olduğunu görmüştü.

Holmgren ilk kez ceset görmüyordu. Askerlik yaparken eğitim sırasında bir silah ateş almış ve dört arkadaşı paramparça olmuştu. Daha sonraları da, profesyonel balıkçılık yaparken kıyılara vuran ya da suda yüzen birçok ceset görmüştü.

Holmgren cesetlerin üstündeki garip giysileri fark etti. Bu iki adam ne balıkçı ne de denizciydi, cesetler takım elbiseliydi. Ve sanki kaçınılmaz sonlarından birbirlerini korumak istercesine birbirlerine sarılmışlardı. Başlarına nelerin gelmiş olabileceğini anlamaya çalıştı. Bunlar kim olabilirlerdi?

Jakobson dümen köşkünden çıkarak yanına geldi.

"Hay Allah!" dedi. "Hay Allah! Şimdi ne yapacağız?"

Holmgren bir an düşündü.

"Hiçbir şey," dedi. "Onları buraya alırsak yanıtlamamız olanaksız birçok soruyla karşı karşıya kalırız. Onları görmedik. Ayrıca tipi de vardı, unutma."

"Onları bırakacak mıyız?" diye sordu Jakobson.

"Evet," diye karşılık verdi Holmgren. "Ölmüşler zaten. Bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Ayrıca nerden gelip nereye gittiğimizi de kimseye açıklamak istemiyorum. Sen istiyor musun?"

Jakobson başını kuşkuyla salladı. Konuşmadan cesetlere baktılar. Holmgren onların oldukça genç olduklarını, otuz yaşlarından fazla olmadıklarını düşünüyordu. Yüzleri kaskatı kesilmişti ve bembeyazdı. Holmgren ürperdi.

"Botun üstünde herhangi bir yazının olmaması garip," dedi Jakobson. "Acaba hangi geminin botu bu?"

"Ne olmuş olabilir?" diye mırıldandı. "Bunlar kim? Ne kadar zamandan beri kravatlı ve takım elbiseli bir şekilde denizdeler acaba?"...

LİNK

26 Mart 2022 Cumartesi

Kelebek / Henri Charriere

KelebekKelebek

Kelebek’ten…

Oraya varır varmaz doğru müdürün odasına götürüldük, imparatorluk çağındaki çalışma masalarının eşi, bir metre yükseklikteki bir kürsünün ardına tünemişti.

— Hazırool! Müdür sizlerle konuşacak.

— Mahkumlar, Güyan'a gitmeden önce bir süre burada tutulacaksınız. Burası, ağır hapis cezasına çarptırılanların yattığı bir yerdir. Bir saniye bile konuşmak yok, ziyaret ve mektup da yok. Ya boyun eğersiniz, ya biçerim hepinizi. Bunlardan biri Güyan'a giden kapıdır, diğeri de mezarlığa giden. Uygunsuz davranışınız görülürse; en ufak suç katıksız ekmek ve suyla altmış gün hücre cezasına çarptırılır. Kimse, üst üste iki hücre cezasına dayanamamıştır. Anlayana sivrisinek saz!

İspanya'ya kaçıp oradan Fransa'ya iade edilen Delifişek Pierrotra'ya döndü:

— Ne iş yapardınız?

— Boğa güreşçisiyim müdür bey.

Cevaba sinirlenen müdür haykırdı:

— Askerce götürün şu herifi!

Göz açıp kapayana dek, boğa güreşçisi yere yuvarlandı, dört - beş gardiyan tarafından coplandı ve bizden hızla uzaklaştırıldı. “... alayı, bir kişinin üstüne beş kişi saldırıyorsunuz, üstelik elinizde cop da var, itoğlu itler”, diye haykırdığı duyuldu, ölümcül yara alan hayvanın hırıltısını andıran bir “Ah!” sesi işitildi, sonra ortalığa büyük bir sessizlik çöktü. Yalnız yerde sürüklenen bir şeyin betona sürtündükçe çıkardığı hışırtı geliyordu kulağımıza.

Bu olaydan da ders almayan, hiç bir şeyden ders alamaz demektir. Dega yanımda, pantolonuma dokunmak için parmağını, tek parmağını hafifçe oynatıyor. Ne demek istediğini anlıyorum : “Güyan'a sağlam varmak istiyorsan ayağını tetik bas.” On dakika sonra, yeraltında iğrenç bir hücreye atılan Delifişek Pierrot'nun dışında hepimiz, cezaevinin disiplin bölümüne yerleştirildik.

Talih, Dega'yı benim yanımdaki hücreye düşürdü. Daha önce de, boyu bir doksanın üstünde, tek gözlü, elinde sığır sinirinden kırbacıyla kızıl saçlı bir devle tanıştırıldık. Bu adam, gardiyanların emrinde çalışan ve mahkûmlara işkence eden bir tutukluydu. Mahkûmların da en büyük korkusuydu. Gardiyanlar, onun sayesinde yorulmadan istedikleri adamı kırbaçlatıyor, sopa attırıyor, öte yandan, ölen olursa cezaevi yönetmeliğine en ufak bir sorumluluk yüklenemiyordu.

Sonradan, revirde kaldığım kısa süre içinde, bu hayvanlaşan insanın hikâyesini öğrendim. Cellâdını bu kadar iyi seçmesini bilen cezaevi müdürünü de, arada kutlayalım. Söz konusu herif taşocağı işçisiydi. Günün birinde, yaşadığı Fransa'nın kuzeyindeki küçük şehirde, karısıyla birlikte kendini öldürmeye karar verdi. Bu iş için de, oldukça iri bir dinamit lokumu kullandı. Altı katlı binanın ikinci katında, karısının yanına uzandı. Kadın uyuyordu. Sigarasını yaktı, bununla, kendi başıyla karısının başı arasında, sol avucunda tuttuğu fitili ateşe verdi. Müthiş bir patlama oldu. Sonuç: Karısı öylesine küçük parçalara ayrılmıştı ki, bu parçaları kaşık kaşık toplamak gerekti. Binanın bir bölümü yıkıldı, üç küçük çocukla yetmiş yaşlarında bir kadın, yıkıntılar altında kalarak can verdiler. Geri kalanlar da ağır ya da hafif yaralar aldı.

Tribouillard adındaki bizim canavara gelince, küçük parmağıyla başparmağının yarısı dışında sol elinin büyük bir bölümünü, sol gözüyle sol kulağını yitirdi. Başından da, kafatasının delinip beyin ameliyatı geçirmesini gerektirecek kadar ağır bir yara aldı. Mahkûm oluşundan bu yana da, cezaevinin disiplin bölümündeki hücrelere bakıyordu. Bu yarı deli, yetki alanı içindeki bölgeye düşen zavallılara dilediğini yapıyordu...

LİNK

25 Mart 2022 Cuma

Uyandığında / Hillary Jordan

UyandığındaUyandığında

Uyandığında’dan…

Müdür meraklı bir tavırla yüzüne bakmıştı. "Sana altı gün veriyorum. En fazla yedi. İsterken lütfen demeyi de unutma. "

Şimdi Hannah o Kitabı Mukaddes'i almadığına pişmandı. Sayfalarında huzur bulacağından değil -Tanrı'nın onu terk ettiği belliydi, üstelik bu yüzden O'nu suçlayamazdı- hayatını dönüştürdüğü bu kırmızı enkazdan başka kafa yoracak bir şeyler bulacağı için. Duvara yaslanıp, kayarak yere oturdu. Kollarını dizlerine sarıp başını da dizlerine dayadı, ama aynadan zavallı küçük kibritçi kız görüntüsü verdiğini görünce doğruldu, bacaklarını çaprazlayıp ellerini kucağına bıraktı. Ne zaman canlı yayında olduğunu anlamanın bir yolu yoktu.

Her hücreden devamlı görüntü alınmasına ve yayının canlı olmasına rağmen, her mahkûmu her an göstermiyorlar, daha çok yapımcıların ya da editörlerin uygun gördüğü bir sırayla yayına veriyorlardı. Hannah sadece merkezî saat diliminde bile aralarından seçim yapılması gereken binlerce mahkûmdan yalnızca biri olduğunun farkındaydı, ama programı birkaç kez izlediği için, canlı yayında erkeklere kıyasla kadınlara, özellikle de güzel olanlara.

Sarılara kıyasla da Kırmızılarla diğer suçlulara daha fazla yer verildiğini biliyordu. Ve gerçekten eğlenceli olanlardansanız -abuk sabuk şeyler söylüyor ya da hayali insanlarla konuşuyorsanız, bağırarak merhamet dileniyor, sinir krizleri geçiriyor ya da renginizden kurtulmak için derinizi kazımaya çalışıyorsanız (ki buna ancak bir raddeye kadar izin verilir, ardından cezalandırma sinyali duyulurdu)- ulusal yayma çıkarılabilirdiniz. Sırf ailesinin hatırı için sakin ve sıkıcı bir görüntü sergilemeye yemin etti. Şu anda onu seyrediyorlar mıydı? Ya o izliyor muydu?

Duruşmalara gelmemişti ama karar duruşmasına görüntülü olarak bağlanmıştı. O ünlü yüzünün olduğundan büyük hologramı karşısında süzülürken, Hannah'dan ısrarla savcılarla işbirliği yapmasını istemişti. "Hannah, eski papazın olarak senden yasalara uymanı ve kürtajı gerçekleştiren şahsın ve varsa bu suçta payı olan diğer şahısların adlarını söylemeni rica ediyorum. "

Hannah bir türlü onun yüzüne bakamamıştı. Bunun yerine, söylediklerinin hiçbir kelimesini kaçırmamak için oturduk-lan yerde öne eğilip dinleyen avukatları, mahkeme üyelerini, izleyicileri ve jüri üyelerini izlemişti. Üstünde pazar giysisi, kamburunu çıkarmış oturan ve mübaşirin onu mahkeme salonuna getirdiği andan beri başını kaldırıp gözlerine bakmamış olan babasını izlemişti. Elbette annesiyle ablası yanında değildi.

Muhterem peder, "Suç ortaklarına duyduğun yanlış sadakatin ya da merhametin seni etkilemesin" diye devam etti. "Sessizliğin, doğmamışlara karşı başka suçlar işlemeye teşvik etmekten başka ne yarar getirir onlara? " Hislerinin etkisiyle alçak, tok ve pürüzlü çıkan sesi salonda gürüldüyor, hazır bulunan herkesin kulak kesilmesini sağlıyordu. Yükselen bir ses tonuyla, "Tanrı'nın inayetiyle" dedi, "sana bir gün, içindeki kötülüğe karşı aşikâr bir zafer elde edebileşin diye aşikâr bir utanç bahşedildi.

Günah ortaklarını şimdi içtiğin aynı acı ama bir o kadar arındıncı kadehten içmekten mahrum mu bırakacaksın? Bunu çocuğunun ortaya çıkma cesaretinden yoksun olan babasından esirgeyecek misin? Hayır Hannah, adlarını şimdi vermek ve onları ömürlerinin geri kalanında cürümlerini saklamanın dayanılmaz ağırlığından kurtarmak daha iyidir! "

Yargıç, jüri üyeleri ve izleyiciler beklentiyle dönüp Hannah'ya baktılar. Bu ateşli çağrının gücüne karşı koyabilmesi imkânsız gibiydi. Ne de olsa bunlar herhangi birinin değil, yirmi bin kişilik cemaati olan Tutuşmuş Söz Kilisesi'nin sabık papazı. Küresel Yol, Hakikat ve Hayat Ruhbanlığı'nın kurucusu. Başkan Morales'e bağlı İnanç Bakanlığı'nın otuz yedi yaşındaki yeni ve gelmiş geçmiş en genç bakanı. Peder Aidan Dale'in ağzından çıkmıştı. Hannah nasıl olur da isimleri vermezdi? Kim karşı koyabilirdi ki?

"Hayır" dedi. "İsim vermeyeceğim. "

Seyirciler bir ağızdan hayretle içlerini çektiler. Peder Dale, sessizce dua eder gibi elini göğsüne koyup başını önüne eğdi.

Hâkim, "Miss Payne" dedi, "kürtajcı ile çocuğun babasının kimliklerini vermeyi reddetmekle cezanızın altı yıl daha artacağı konusunda avukatınız sizi bilgilendirdi mi? "...

LİNK

24 Mart 2022 Perşembe

Uyumsuz – Uyumsuz #1 / Veronica Roth

UyumsuzUyumsuz

Uyumsuz’dan…

Özverili olma yeteneğini de anneme çekmiş. Otobüste bir an bile düşünmeden, yerini Dürüstlük Topluluğundan asık suratlı bir adama verdi.

Dürüst adam siyah takım elbise giymiş ve beyaz kravat takmış -standart Dürüstlük Üniforması. Onların topluluğu dürüstlüğe değer veriyor, gerçeği siyah ve beyaz olarak görüyorlar, bu yüzden böyle giyinmeyi tercih ediyorlar.

Şehir merkezine yaklaştıkça binaların arasındaki mesafeler kısalıyor ve yollar düzeliyor. Bir zamanlar Sears Kulesi olarak anılan bina -şimdi Platform diyoruz- gökyüzüne uzanan siyah bir sütun gibi sisin içinde yükseliyor. Otobüs üst geçitlerin altından geçiyor. Daha önce hiç trene binmedim. Ama trenler sürekli hareket ediyor ve raylar her yere uzanıyor. Tren ulaşımını, sadece Cesurluk Topluluğu kullanıyor.

Beş yıl önce Fedakarlardan gönüllü inşaat işçileri yolları yeniden asfaltladı. Çalışmaya şehrin göbeğinden başladılar. Malzemeleri bitene kadar da şehrin dışına doğru çalışmaya devam ettiler. Yaşadığım yerdeki yollar hala çatlak ve yamalı, o yollarda araba kullanmak güvenli değil. Ama zaten bizim arabamız da yok.

Otobüs sarsılıp dururken Caleb’ın yüzü sakin. Dengesini sağlamak için direğe yapıştıkça kollarındaki gri cübbesi düşüp duruyor. Gözlerinin hareketlerinden, etrafımızdaki insanları incelediğini anlayabiliyorum -sadece onları izleyip kendini unutmaya çalışıyor. Dürüstlük Topluluğu doğru sözlülüğe değer veriyor ama Fedakarlar için en önemli erdem, özverili olmak.

Otobüs okulun önünde durduğunda ayağa kalkıp hızla Dürüst adamın yanından geçiyorum. Ama adamın ayağının üzerinden atlamak zorunda kalınca Caleb’ın koluna asılıyorum. Pantolonumun paçaları yerlere sürünüyor, zaten hiçbir zaman zarif ve şık bir kız olmadım.

Şehirde sadece üç okul var: Alt Katlar, Orta Katlar ve Üst Katlar. Üst Katların binası en eskisi. Etrafındaki diğer binalar gibi tamamen cam ve çelikten inşa edilmiş. Önünde, Cesurların ders bittikten sonra birbiriyle yarışırcasına en yüksek noktasına tırmanmaktan hoşlandığı kocaman metal bir heykel var. Geçen yıl, aralarından birinin düşüp bacağını kırdığına tanık olmuştum. Hemşireyi çağırmak için hemen harekete geçen de bendim.

“Bugün yetenek sınavı var, diyorum. Caleb la aramızda bir yaş bile yok, o yüzden aynı sınıftayız.

Ana kapıdan girerken başını sallıyor. İçeri girdiğimiz anda kasılıyorum. Ortama bir açlık hissi hakim, sanki on altı yaşındaki herkes, bu son günlerin tadını sonuna kadar çıkarmaya çalışıyor. Seçim Töreni’nden sonra, muhtemelen bu koridorlarda bir daha yürüyemeyeceğiz -seçimimizi yaptığımız andan itibaren, eğitimimizden yeni topluluğumuz sorumlu olacak.

Bugünkü programda ders saatleri yarıya indirildi. Böylece yetenek sınavından önce hepsine girebileceğiz ve öğlene kadar bütün dersler bitmiş olacak. Öğle yemeğinden sonra da rahatça sınava gireceğiz.

“Sonuçtan hiç endişelenmiyorsun değil mi?” diye soruyorum Caleb’a.

Koridorların birleştiği bir noktada duruyoruz. O İleri Matematik Dersine gidecek, bense Topluluk Tarihi’ne.

Bir kaşını kaldırarak bana bakıyor. “Sen endişeli misin?”

Ona, haftalardır sınav sonucu konusunda endişelendiğimi söyleyebilirim. Hangisini seçeceğim? Fedakarlık, Dürüstlük, Bilgelik, Dostluk... yoksa Cesurluk mu?

Ama gülümsemekle yetinip “Sayılmaz,” diyorum...

LİNK

23 Mart 2022 Çarşamba

Kuralsız – Uyumsuz #2 / Veronica Roth

KuralsızKuralsız

Kuralsız’dan…

Kıpırdadığımda sırtıma batan bir şeyle yüzümü buruşturuyorum. Elimi uzattığımda parmaklarım tabancanın kabzasını kavrıyor.

Bir an için Will’in önümde durduğunu görüyorum; ikimizde de silah var -eline, eline ateş edebilirdim, niye öyle yapmadım, neden?- ve neredeyse adını haykırıyorum.

Sonra Will’in hayali kayboluyor.

Yataktan kalkıp döşeği tek elimle kaldırıyorum, dizimden destek alarak tabancayı altına yerleştiriyorum. Silahı etimde hissetmemek daha berrak düşünmemi sağlıyor.

Bir önceki günün adrenalin yüklemesi yok. Beni uyutan her neyse, etkisi geçmiş ama hala her yerim ağrıyor ve omzumdaki sızlamalar geçmek bilmiyor. Hala aynı kıyafetlerinim. Sabit diskin bir köşesi, yastığımın altından çıkmış; uyumadan hemen önce oraya ben sokuşturmuştum. Diskte simülasyon bilgileri ve Bilgeliktekilerin neler yaptıkları kayıtlı. 1 )okunmaya bile korkuyorum ama onu burada bırakamam, o yüzden yastığın altından alıp dolapla duvar arasına sıkıştırıyorum. içimden bir ses diski yok etmenin daha iyi olacağını söylüyor ama annemle babamın ölümleriyle ilgili bütün kayıtlar bunun içinde ve sırf bu yüzden diski yok etmeyip saklamaya razı oluyorum.

Biri kapımı tıklatıyor. Yatağın kenarına oturup saçlarımı düzeltiyorum.

“Girin,” diyorum.

Kapı açıldığında Tobias başını uzatıyor, kapıdan sadece göğsünden yukarısı görünüyor. Üzerinde hala aynı kot var. Siyah tişörtü yerine koyu kırmızı bir tişört giymiş; Dostluktakilerin birinden ödünç almış olmalı. Onun için fazla parlak bir renk, tişörtü ona yakıştıramıyorum ama başını pervaza yasladığında tişörtün, mavi gözlerinin daha açık renk görünmesini sağladığım fark ediyorum.

“Dostluk üyeleri yarım saat sonra toplanıyor.” Kaşlarını kaldırıp, bir parça abartarak ekliyor, “Kaderimize karar verecekler.”

Başımı sallıyorum. “Kaderimin bir avuç Dostluk üyesinin elinde olacağı aklımın ucundan geçmezdi.”

“Benim de. Ah, sana bir şey getirdim!” Küçük bir şişenin kapağını açıp şeffaf bir sıvıyla dolu damlalığı çıkarıyor. “Ağrı kesici. Her altı saatte bir alacaksın.”

“Teşekkürler.” Damlalığı boğazıma boşaltıyorum. İlaç ba- yat limon tadında.

Tobias başparmağını kemerine geçiriyor, “Nasılsın Beatrice?”

“Sen bana Beatrice mi dedin?”

“Şansımı deneyeyim dedim.” Gülümsüyor. “Kötü mü yaptım?”

“Belki sadece özel durumlarda beni öyle çağırabilirsin. Mesela Kabul Töreni, Seçme Günü...” Duraklıyorum. Birkaç özel gün daha sayacaktım ama bunları sadece Fedakarlık topluluğu kutlardı. Sanırım Cesurlukta da kendi özel günleri ve tatilleri vardı ama ne olduklarını öğrenmeye fırsatım olmadı. Hem şu anda bir şey kutlama fikri o kadar saçma ki devam edemiyorum.

“Anlaştık.” Tobias’ın gülümsemesi sönüyor. “Nasılsın, Tris?”

Yaşadıklarımdan sonra tuhaf bir soru değil bu, yine de zihnimi okuyabileceği endişesiyle soruyu duyduğumda geriliyorum. Ona henüz Will olayını anlatmadım. Anlatmak istiyorum ama bunu nasıl yapacağımı kestiremiyorum. Kelimeleri sesli olarak dile getirme düşüncesi bile beni öylesine ağırlaştırıyor ki yer döşemelerini göçertip yerin dibine düşebilirim...

LİNK

22 Mart 2022 Salı

Yandaş – Uyumsuz #3 / Veronica Roth

YandaşYandaş

Yandaş’tan…

Artık yapabileceğimi bildiğim için işim kolay. Doğruluk serumunun beynimdeki ağırlığını bir kenara itebildiğim kadar kolay.

“Ben bir hain değilim,” diyorum. “O zaman, Marcus’un Cesurlarda Topluluksuzlar’ın emri altında çalıştığına inanıyordum. Bir asker olarak savaşa katılamadığımdan, başka bir şekilde yardım edebildiğim için muduydum.”

“Neden asker olamadın?” Evelyn in saçlarının ardında floresan ışık parlıyor. Yüzünü göremiyorum, doğruluk serumu beni tekrar aşağı çekmekle tehdit edene kadar sadece birkaç dakika bir noktaya odaklanabiliyorum.

“Çünkü...” Ağzımdan çıkacak sözlere engel olmaya çalışıyormuşum gibi dudağımı ısırıyorum. Ne zamandan beri bu kadar iyi rol yapabildiğimi kestiremiyorum ama sanırım her zaman doğal bir yeteneğim olan yalan söyleme yeteneğimden farklı değil. “Çünkü elime silah alamıyordum, tamam mı? Onu... onu vurduktan sonra yapamazdım. Arkadaşım Will. Elime ne zaman silah alsam panikliyordum.”

Evelyn’in gözleri iyice kısılıyor. Korkarım kalbinin en yumuşak noktasında bile bana karşı hiç sempati beslemiyor.

“Demek Marcus, benim emrim altında çalıştığını söyledi,” diyor. “Ve hem Cesurlar hem de Topluluksuzlar’la yaşadığı gergin ilişkiyi bildiğin halde, ona inandın, öyle mi?”

“Evet.”

“Neden Bilgelik topluluğunu seçmediğini şimdi daha iyi .inliyorum.” Gülüyor.

Yanaklarım karıncalanıyor. Onu tokatlamak isterdim, kabul etmeye yanaşmasalar da bu salondaki herkes onu tokatlamak isterdi. Evelyn, sokaklarda devriye gezen silahlı Ibpluluksuzlar’la hepimizi şehre hapsetti. Silahlı olanın, aynı /amanda güçlü olduğunu biliyor. Ve Jeanine Matthews öldüğü için, ona karşı çıkabilecek başka kimse kalmadı.

Bir tiranlık biter, yerine yenisi gelir. Artık dünyanın böyle döndüğünü biliyoruz.

“Neden bundan kimseye bahsetmedin?” diye soruyor.

“Herhangi bir güçsüzlüğü kabul etmek istemedim,” diyorum. “Ve Dört’ün de babası için çalıştığımı bilmesini istemiyordum. Bundan hoşlanmayacağını biliyordum.” Doğruluk serumunun etkisiyle yeni kelimelerin boğazımda yükseldiğini hissedebiliyorum. “Şehrimizle ilgili gerçeği ve bizi buraya hapseden nedeni size getirdim. Bana bunun için teşekkür etmiyorsanız, en azından yarattığınız mezbeleliğe taht muamelesi yapıp oturacağınıza getirdiğim bilgiyle ilgili bir şeyler yapsaydınız!”

Evelynin alaycı gülümsemesi, sevimsiz bir şeyin tadına bakmış gibi birden değişiveriyor. Yüzüme eğildiğinde, ilk kez ne kadar yaşlı olduğunu görüyorum. Göz ve dudak bölgesindeki...

LİNK