30 Aralık 2020 Çarşamba

Fiziğin Tao'su / Fritjof Capra

Fiziğin Taou'su

Taoist gibi görmeye zorlamaktadır. Son zamanlarda bu iki fiziksel temel direği birleştirme yönünde adımlar atılmıştır. Bu aşamada ortaya çıkan şey, maddenin ana öğelerini oluşturan atom-altı parçacıkların özelliklerini ve etkileşimlerini fiziksel olarak açıklarken, Doğu düşüncesi ile olan benzerlikler giderek daha da artmıştır. Bu yeni araştırma sahalarında, eskiden beri varolan benzerlikler doruk noktasına ulaşmakta ve bazen de, hangi açıklamaların fizikçilere ve hangilerinin de Doğu mistikçilerine ait oldukları tam olarak belirlenememektedir.

Ben, «Doğu Mistisizmi» dediğimde, Hinduizm, Buddhizm ve Taoizm üçgeninde beliren dinsel felsefeleri anlıyorum. Bunlar arasında çok karmaşık alt disiplinler mevcut olmasına rağmen, sahip oldukları temel dünya görüşleri hep aynıdır. Aslında bu dünya görüşü yalnızca Doğu'ya özgü de değildir. Bunun benzerlerine diğer mistik felsefe okullarında da rastlanabilir.

Bundan dolayı, bu kitapta dile getirilen argümanlar ve ileri sürülen fikirler aslında genel anlamda, tüm zamanların mistik gelenekleri ile modern fizik arasındaki bir benzeşmeye işaret edecek biçimde yorumlanabilir. Örneğin, bütün dinlerde bazı mitik öğelere rastlayabiliriz. Öte yandan Batı felsefe okullarının birçoğunda da bu tür öğeler mevcuttur.

Yani modern fizikle olan paralellikler yalnızca Hinduizm'in Vedalar'ında, I Ohing'de ya da Buddhist Sutralar'da değil, aynı zamanda Heraklitus'un Fragmanlar'ında ibni Arabi'nin Sufi'liğinde ya da Yagui hocası Don Juan'ın öğretilerinde de belirmektedirler. Ancak Doğu ve Batı mistisizmi arasında önemli bir fark vardır. Şöyle ki: Mistisizm, Batı'da daima marjinal, yani sınırlı bir rol oynarken, Doğu’daki felsefî ve dinsel düşüncenin ana öğesini meydana getirmiştir Bu nedenle, kolaylık olsun diye «Doğu dünya görüşü» dediğimde, aslında diğer mistik gelenekleri de kapsamış olduğum için, kitapta öteki mistik kaynaklara daha az yer vermek istiyorum.

Eğer günümüz modern fiziği bizi mistik bir dünyaya götürüyorsa, bu aslında mistik geleneğin ortaya çıktığı zamanlara geri dönmekte olduğumuzu, yani 2500 yıl geri gittiğimizi göstermektedir. Ama öte yandan burada müthiş bir evrimin gelişimini de görmekteyiz. Çünkü Batı'daki bilimsel yaklaşımlar ilk önce erken Yunanlılar'ın mistik felsefelerinden yola çıkmış, ama daha sonra bu mistik kökene sırt çevirerek büyük bir zihinsel yapının oluşmasına yol açmıştır. Böylelikle de Uzak Doğu yaklaşımlarına tam zıt bir görünüme bürünmüşlerdir. Ancak bilimsel gelişmelerin en yeni evrelerinde bu yaklaşım terkedilmekte ve bilimsel görüşler yine o erken Yunan ve Doğu felsefelerine geri dönmektedirler. Bir farkla, bu sefer yalnızca sezgiye değil, bunun yanı sıra karmaşık ve kesin deneyler ile tutarlı ve apaçık matematiksel formüllere dayanmaktadırlar.

Bütün Batı bilimlerinde olduğu gibi, fiziğin kökleri de Milât'tan önce altıncı yüzyıl Yunan felsefesinde aranmalıdır. Bu erken çağda, bilim, felsefe ve din henüz birbirinden ayrılmamıştır. Nitekim, ionia-nın başşehri Milet'teki bilgeler bu tür ayırımlarla uğraşmazlardı. Bu insanların amacı, «physis» diye isimlendirdikleri cisimlerin öz doğasını, ya da gerçek oluşumunu ortaya çıkarmaktı. «Fizik» (physics) terimi, bu Yunan kelimesinden türetilmiştir ve bu açıdan aslında tüm nesnelerin öz doğasını keşfetme çabasını dile getirmektedir...

29 Aralık 2020 Salı

Alamut Efsaneleri / Farhad Daftary

 


Alamut Efsaneleri

Haşaşi efsanelerinin ortaya çıkışına doğru bir perspektiften yaklaşabilmek için, öncelikle Ortaçağ Avrupa'sının İslâm dinini ve İslâm'ın alt gruplarını, özellikle Şiî İslâm'ın İsmâilî kolunu nasıl algıladıklarını ve İslâm ve tarikatları hakkında ne derece bilgi sahibi olduklarını değerlendirmek gerekir. Sonuçta, efsanelerin ortaya çıkıp, yaygınlık kazandıkları 12. ve 13. yüzyıllarda, Avrupalıların İsmâilîlere bakışı muhtemelen büyük ölçüde, İslâm ve Müslümanların dini inançları ve yaşayışları hakkındaki üstünkörü bilgilerinin etkisiyle şekillenmişti.

Hazreti Muhammed'in 632 yılında ölümünün üzerinden çok geçmeden, Müslüman ordularının Arabistan yarımadası dışındaki topraklarda fetihlere başlaması ve yeni doğmuş İslâm devletinin, sınırlarını devamlı olarak doğu ve batıda hızlı bir şekilde genişletmesi sebebiyle İslâm, topraklarını genişletmeye odaklanmış tehlikeli bir askeri güç olarak algılanmaya başlandı. Müslümanların ardı ardına gelen zaferleri ile derin bir şok geçiren ve toprakları ilk fethedilenler, Sasani ve Bizans hâkimiyetinde yaşayan komşu halklar oldu ama topraklarının yeni sahipleri bu halkları hiçbir zaman İslâm'a geçirmek için zor kullanmadı.

Bununla birlikte, Müslüman kabilelerinin ordularının, 7. yüzyılda Bizans İmparatorluğu'nun Suriye ve diğer bölgelerdeki topraklarını işgal etmeleri, Hıristiyan âlemi tarafından küçük düşürücü bir yenilgi olarak algılandı. Hıristiyan Avrupalılar, Müslümanların 8. yüzyılda hâkimiyetlerini Kuzey Afrika'dan İspanya'ya ve sonrasında 9. yüzyılda Sicilya ve diğer Akdeniz adalarına yayması ile birlikte daha fazla paniğe kapıldılar.

Böylece, Hıristiyan ve Müslüman toplumları arasındaki uzun zaman sürecek olan husumetin tohumları atılmış oldu ve İslâm yani "öteki dünya", batılı Hıristiyanlar tarafından önemli bir sorun olarak algılanmaya başlandı. Siyasi ve askeri yönlerine ilave olarak, sorunun zamanla dini ve entelektüel boyutları da ortaya çıktı. Ama Hıristiyan Avrupa'da büyük bir korku ve endişe yaratan bu karmaşık sorunu kolay bir yolla çözmek pek mümkün görünmüyordu ki; ileride ortaya çıkacak ve Ortaçağ boyunca devam edecek olan HıristiyanMüslüman çatışmaları bu tahmini doğrulayacaktı.

İslâm artık Avrupa için sürekli bir travma halini almıştı; Müslümanların tutkularını ve kazandıkları zaferleri tekrar canlandıran Osmanlı Türklerinin kurdukları muazzam imparatorluğun, 17. yüzyıl ortalarına kadar Hıristiyanlık ve batı dünyasındaki huzur ve barış ortamı üstünde büyük bir tehdit oluşturması yüzünden, İslâm'ın bu şekilde negatif algılanışı bin yıldan daha uzun bir zaman sürdü...




28 Aralık 2020 Pazartesi

Postmodernizm / F.Jameson & J.F.Lyotard

 


Postmodernizm'den...

Bu yönüyle, tarihselcilik ya da tarihi talan etme suçlamasına, bir de popülisttik suçlaması eklenmiş oluyor, ama genelde, popüler kültüre bir kirlenme olarak bakan modernist perspektif de, eski etkinliğini yitirmiş durumda. Postmodern mimarlık konusunda yaygın bir kanı da, çift anlamları, çift işlevleri öne çıkaran postmodernizmin, yeni bir maniyerizm olduğu yolunda. Postmodernizmin ironi ve eğlence üzerine kurulu bir maniyerizm olduğu görüşünü savunanların başında da, U. Eco geliyor.

Ancak tarihten benzer dönem ya da tavırlar bulup çıkarmanın, bizi daha fazla bilgilendirdiğini söylemek oldukça zor. Bu "istediğini yap" tavrını, Amerika’nın, Avrupa’nın kültürel hamiliğinden kurtulma arzusu ile pragmatizmin etkisinden kaynaklandığı da, -postmodernizmin geç dönem kapitalizm ile yakın ilişkisi kadar- sık yinelenen bir yorum. Ya da M. Davis gibi, 60 sonrası bir olay olarak, postmodernizmi, uluslararası rantiye grupların doğuşunun ve ABD’deki mali aşırı-birikimin kültürel uzantısı olduğu yolunda tezler öne sürenler de yok değil.

Postmodern mimaride görülen eklektizmin, çağın değil, piyasanın ruhunu yansıttığını söyleyenlerden biri de Lyotard. Sözkonusu mimarların, böylelikle Bauhaus projesinden yakayı sıyırmaya çalıştıklarını ileri süren Lyotard, ‘tekrar’a düşüldüğü görüşünde.

Avrupa’dan bakıldığında, modernizme eleştiriler getiren ve postmodern sıfatını da üstlenen bir başka grup mimarın -öteki fraksiyonun- yükselen itirazları duyuluyor. Porphyrios, Leon Krier gibi adların öne çıktığı bu cephede, akademiklik ve daha akıla bir yaklaşım hakim. 'Tiksinti verici ziyafet sofrasından uzak durma"yı, bir tür "tinsel perhiz "i savunuyorlar. Demokratik özgürlüğün, gelişigüzel bir hoşgörü olmadığını, Amerikalıların "ucuza tarih, kolayına kültür" ürettiklerini öne sürüyorlar.

Eklektik mimariye -mimari travesti’ye-, kültürün bir tür steno’ya dönüştürülmesine karşı çıkan Avrupai postmodernizm, popülizme de kesinlikle rağbet etmiyor. Örneğin Porphyrios, "sadece alıntılar, parantezler ve mecazlar... ve bir çeşit sinsi fısıltı ki, tek bir şey söylüyor: Reklam" diyerek eleştiriyor ‘popülist’ postmodern mimariyi. Varolanın olduğu gibi kabul edilmesine (Adorno’nun dediği gibi, varolanın sırf varolduğu için güzel sayılmasına), tüketime, piyasa ile içli dışlı ilişkilere karşı direnişi savunan bu akımın, modernlik (endüstri) öncesine bir nostalji boyutu taşıyan, "akılcı bir mükemmellik” arayışı var.

Bu nedenle de, Yeni-klasikçiler, Yeni-akılcılar ya da klasik melankolikler diye anılıyorlar. Klasizmin de, her önüne gelenin istediği gibi kullanabileceği bir stil değil, mimarlığın tek ve değişmez öncülü olduğunu öne süren "postmodern" Yeni-klasikçiler, mimarlığın dil gibi tutucu olduğu görüşündeler. Pop-art yerine, ressam De Chirico’nun gerçeküstücü, metafizik gerçekliğinden esinleniyorlar daha çok. Kısacası, ucuz maliyetle hoş fanteziler üretmemekle ayrılıyorlar diğerlerinden...

25 Aralık 2020 Cuma

Yılanların Öcü / Fakir Baykurt

 


Yılanların Öcü'nden...

Gün ışığı, köyü köşeyi sardı, kapladı toprağı...

Bir çelik öküzle bir ince inek koşulu kağnı, gıcırtılı sesler çıkararak, Sazlıyer’deki harıma doğru, ağır aksak ilerliyor. Evin küçük sarı köpeği Tornan, başını yere dikmiş, kağnının yanı sıra tin tin koşuyor, ikide bir rasgeldiği otun dikenin dibine siyiyor, yeniden koşuyor.

Karataşlı köylüler, bir haftadır “gök govern” ekimini hızlandırdılar. Sabahlan erken kalkmaya, akşamları işten geç dönmeğe başladılar.

Kara Bayram; karısı, kendisi ve yavaş yavaş işe yarar çağa gelen oğluyla iki gündür gidip geliyor harıma. Ekilecek toprağı aktardılar. Arıkları emmenleri hazırladılar. Patatesle fasulyeyi ekmişlerdi. İş ötekilere kalmıştı.
Gıcırtılı sesler çıkaran kağnının üstünde gene gidiyorlar. Kara Bayram bir ineğe bir öküze dürtüyor övendereyi.

Anası Irazca, iki küçük torunuyla evde kaldı. Evin de ona göre işleri var.

Harım, Çakır’ın köprüyü geçer geçmez sol kolda kalır. Değirmensuyu’ndan kolayca sulanabilir. Üç evlek. Bir evleğine fasulye, bir evleğine patates ekiyorlar. Öteki sebzelere kala kala bir evlecik yer kalıyor. Çok azdı. Ama buralar iyi topraklar. Her yanını birer adam boyu kazsan, küçücük bir taş çıkmaz. Derin topraklar. Biterli. Hem de köye yakın.

Karataş’ın gündoğusundaki dağların başına yağan kar, baharda erir; bir görülmemiş gürültüyle yuvarlanır yürür; taşını çakılını daha yukarılarda bırakan seller, buraları ince, tatlı bir mille, bir iki kez doldurdu mu, biterli topraklar daha biterli olur.

Ufacık ufacık tarlacıklardır. Köyde sadece Ağali, Kosa, Muhtar Hüsnü, Ekiz İsmail, Üye İbrahim gibi varsılca kişilerinki bir dönümden, iki dönümden fazlaydı; geri kalanlarınki, yarım dönüm, bir. evlek! Hiç olmayanlar bile vardır. Beş parmağın beşi, Karataş’ta da bir değildir.

Karataş’tan ve çevredeki köylerden çıkan küçük sular bu topraklarda birleşir, aşağılara doğru, dolaylarındaki harımları, fasulye, mısır tarlalarını, bahçeleri, bostanları sulayarak köyleri geçer, sonra çanak gibi küçük bir göle dökülür. Yaz geldi mi göl uçar. Göl bir damla suya özlem çeker. Millet çayın suyunu göle düşürmez. Başında kırılırlar.

Bayram’in harımı küçüktü ama Değirmensuyu denen suyun Köysuyu denen suyla birleştiği açının tam içine düşerdi. Bu açıdaki üç harımdan biriydi. Bayram için, yaz boyunca Muhtarın önünde, “Su! Su!” diye kargalar gibi bağırmak yoktu. Hemen elinin altındaydı; çevir sula, devir sula; sulaması kolaydı.

Bayram, harımını düşündü mü, “Kaderim iyiymiş!..” der saf saf. “İyi bir harıma düşmüşüm! Koşum’um kötü, bir yanı öküz, bir yanı inek, ama harım da iyii, karım da iyi!..” böyle der, kendi kendine güler. Ortalık ıssızsa hafif hafif okşar karısı Haçça’yı.

24 Aralık 2020 Perşembe

Fedailerin Kalesi Alamut / Vladimir Bartol

 


Fedailerin Kalesi Alamut'tan...

Hiç bir şey düşünmemeye çalışıyor ama başarılı olamıyordu. Her geçen dakika yaşamının en korkunç anma yaklaştığına daha bir inanıyordu.

Onu tutan adam diğer eliyle duvarı yoklamaya koyulmuştu. Sonunda bulduğu bir cismi sertçe itti. İçeride gürültülü bir çan sesi yankılandı.

Halime bağırıp adamın elinden kurtulmaya çalıştı. Adamsa sadece gülüp neredeyse şefkatli olarak tanımlanabilecek bir ses tonuyla, “Çırpınmayı kes, küçük tavus kuşu. Sana kimse dokunmayacak,” dedi.

Demir zincirler şakırdarken Halime gözlerindeki bağın arasından belli belirsiz bir ışık seçer gibi oldu. Beni zindana atıyorlar diye düşündü. Aşağıdan gürültüyle akan nehrin sesi işitiliyordu. Halime nefesini tutmuştu.

Çıplak ayak sesleri işitildi. Biri yaklaşıyordu. Kolunu tutan adam onu yeni gelene devretti.

“İşte geldi, Adi,” dedi.

Şimdi kollarını kavrayan kollar aslan pençeleri kadar güçlüydü. Ve de çıplaktı. Adamın göğsü de çıplak olmalıydı. Bunu adam kendisini kucaklarken hissetmişti. Bir devin kucağında olmalıydı.

Halime kaderine teslim olmuştu. O andan itibaren olup bitenleri büyük bir dikkatle takip ediyor olsa da artık karşı koymak için en ufak bir çaba bile harcamıyordu. Onu taşıyan adam, ağırlıkları yüzünden rahatsız edici bir biçimde sallanan bir asma köprüden geçti. Daha sonra zemin sanki küçük çakıl taşlarıyla kaplıymışçasına gıcırdamaya başladı. Yavaş yavaş güneşin hoş sıcaklığını hissediyor, gözbağının arasından belli belirsiz de olsa güneş ışığı sızıyordu. Sonra birdenbire, her taraf sanki o anda var olmuşçasına hoş taze çimen ve çiçek kokularıyla doldu.

Adam hızla atlayınca kayık oldukça sert bir biçimde yalpalandı. Halime çığlığı basıp iri adama sımsıkı sarıldı. Adam bir hayli tiz, neredeyse küçük bir çocuğu andıran bir sesle gülüp şefkatle, “Korkma küçük ceylan,” dedi. “Kayıkla seni karşı kıyıya götürüyorum. Karşı kıyıya ulaştığımızda eve varmış olacaksın. Otur buraya.”

Halime’yi rahatça bir yere oturtup küreklere asıldı.

Halime uzaklardan gülme sesleri duyar gibi oldu. Şen şakrak genç kızların kahkahaları. Biraz daha kulak kabarttı. Hayır, yanılmıyordu. Neredeyse farklı kahkahaları dahi ayırt edebiliyordu artık. Bir anda yüreğine çöken devasa bir ağırlığın kalktığını hisseder gibi oldu. Onu insanların bu derece mutlu oldukları bir yerde kötü şeyler bekliyor olamazdı.

Kayık kıyıya ulaştı. Adam onu kolları arasına alıp karaya çıkardı. Sonra birkaç basamak çıkartıp ardından ayakları üzerine bıraktı. Çevrelerinde heyecanlı bir koşturmaca...

23 Aralık 2020 Çarşamba

Ateşi Çalmak 5 / Galina Serebryakova

 


Ateşi Çalmak 5'ten...

Eleanor Marx, 1884 ilkbaharında bilim ve sanat hamisi, yardımsever Bayan West’in gecesine davet edildi. Genç doçent, sosyalist Edward Aveling de davetliler arasındaydı ve gönlünü kazanmak için çabaladığı Eleanor’a eşlik etmek için can atıyordu.

“Gitsem mi, bilmiyorum,” diyordu genç kız. “Çekiniyorum. Tapınağımın baş idolü aktris Ellen Terry de orada olacak. Canlı bir ilaheyle yüz yüze gelmek kolay değil. Ya düş kırıklığına uğrarsam? Goethe’nin dediği gibi, çoğu durumda, insan ilişkilerinde ideal olan mesafeli davranmaktır. Böylesi bir mesafe, düşlerimizi canlı tutmamıza yardım eder. Büyük Terry, belki de hindi gibi şişinip duran biridir. Ama onun yeteneğine o denli değer veriyorum ki.”

“Çekinmeyin. O, sahnede olduğu gibi, günlük yaşamında da akıllı ve cana yakındır. Üstelik orada en has yurttaşım Bernard Shaw’la tanışacaksınız ve İrlandalıların hakkını bir kez daha teslim edeceksiniz.”

“Şaşırtıcı bir ada. İsyancılarının bayrağındaki o müzik aleti harp, hafif bir rüzgâr sesine bile şarkıyla eşlik eden halkın ruhunu mu temsil ediyor acaba? Bana öyle geliyor ki, İlyada’nın esin perileri şimdilerde İrlanda’yı mekan tutmuş.”

“Ya gece ne olacak? Rica ederim...” diye ısrar ediyordu Aveling.

“Peki. Dediğiniz gibi olsun.”

Saat yediye doğru tüm konuklar, bronz ve gümüş şamdanlardaki çok sayıda mumun aydınlattığı geniş yemek odasında yerlerini aldılar: Büyük davetlerde havagazı aydınlatması moda değildi.

Zengin toprakları olan ev sahibesi, dul kaldıktan sonra, hem tiyatroya, hem de Blavatskaya’nın, beden değiştiren ruhun ölümsüz olduğunu ileri süren teozofi teorisine çılgıncasına kapılmıştı. Birbirinden oldukça farklı bu iki alana aynı coşkuyla adamıştı kendisini.

Yemek takımı göz kamaştırıcıydı; kolalı beyaz peçeteler, kiliseye ilk katılma törenindeki genç kızlar gibi dimdik, ağırbaşlı sıralanmışlardı. Yassı ve yuvarlak taş vazolarda kamelyalar ve sapsız güller yüzüyordu. Sayısız çatal, bıçak ve kristalden yansıyan ışık, tabaklara yumulmuş, etrafla ilgisini kesmiş konukların yüzüne vuruyordu. Dahası, kâğıttan sorguçlarla incelikle süslenmiş tabakların güzelliği sofranın görkeminden hiç de geri kalmıyordu...



22 Aralık 2020 Salı

Ateşi Çalmak 4 / Galina Serebryakova

 


Ateşi Çalmak 4'ten...

Jenny Marx, elindeki dikişi bırakıp sarı kumaşla kaplı yüksekçe koltuğa gömüldü. Aniden çöken alacakaranlık, evi çevreleyen gölgeli küçük bahçeden odaya sızmıştı. Nemli ilkbahar serinliği daha da hissedilir olmuş, etrafı sessizlik kaplamıştı.

Jenny telaşsızca düşünerek dinleniyordu. Karanlığın bastırdığını fark etmemişti. Sisin ardındaki ayın görüntüsü sönüktü. Jenny’nin parmağındaki işlemeli antika altın yüzük parlıyordu. Bu yüzüğü bir zamanlar Barones Caroline von Westphalen takmıştı. Jenny’nin içine hüzün çöktü birden. Annesini minnetle andı. Ona hediyeler gönderdiğinde ya da Trier’de ziyaret ettiğinde, çocukluğunda olduğu gibi, annesi küçük kadife koltuğuna oturup, geçmişi anımsayarak mutlu olurdu.

Jenny artık ellisini geçmişti. Annesiyle babası çoktan ölmüşlerdi. Kendisi de yaşlı bir kuşağa aitti artık; yüzünde iç karartıcı izler arayarak kendisini merakla süzüyordu. Hayır, yoktu aslında böylesi izler. Belleğini ve çalışma yeteneğini yitirmemişti. Ruhu dinçti. Mutluluk ve hüznün sık sık yer değiştirdiği anlarda bile yaşamı, her yönüyle daha bir coşkuyla seviyor; güneşin doğuşu ve alacakaranlıktan, aydınlık gün ile sisli havadan aynı ölçüde zevk alıyordu. Geçen yıllarla birlikte insanın ruh dünyasının zenginleşip daha da sağlamlaştığını düşünüyordu.

La Rochefoucauld; yaşlılık kadınların cehennemidir, demişti. Ne var ki bu, geçen zamanla birlikte solan gençlik ve güzellikten başka hiçbir şeye sahip olmayan kadınlar için geçerliydi. Oysa insanın düşüncesi yaşıyla orantılı olarak gelişip zenginleşiyordu. Belki de Jenny tüm yaşamı boyunca Karl’ın aşkının koruyuculuğu ile donandığı için, yaklaşan günbatımını böylesine sakin karşılıyordu. Kadınlar, gençliklerini yitirdiklerinde yalnız kalacakları korkusuna kapılırlar bazen. Çünkü onlar, her şeyi unutturacak derecede bağlandıkları bir işe, sevdikleri bir mesleğe, yüce amaçlara ulaşma arzusuna sahip değillerdir çoğunlukla.

Jenny’yse zamanın kendisine sunduğu yaşam dilimini iyi değerlendirmişti. Artık ona egemen olan, daha önceleri duygusal yüreğini inciten çok şeyin önemsizliğini kavrama bilinciydi. Maddi sıkıntılara daha kolay katlanabiliyor, gücü ve sağlığının yerinde olması, en önemlisi de Karl, çocukları ve arkadaşlarıyla birlikte olmak onu mutlu ediyordu...



21 Aralık 2020 Pazartesi

Ateşi Çalmak 3 / Galina Serebryakova

 


Ateşi Çalmak 3'ten...

İngiltere sissiz düşünülemez. Tropik adaların güneşi, Kutupların kuzey ışığı ve uzun geceleri çağrıştırması gibi, İngiltere deyince de akla sis gelir. Derinliklerinde ilham perisi gizlenmiştir sanki. Sis, masalların da kaynağıdır. O olmaksızın, ne İrlanda efsaneleri, ne İskoç şiirleri, ne de İngiliz destanları yaratılabilirdi. Bu kaprisli büyücü, çevresindeki her şeyi keyfince yönlendirir. Sönmeye yüz tutmuş ateş kızgınlığını üzerinde taşıyarak sık sık güneşi alt ederek yeryüzünü ışık geçirmeyen bir perdeyle örter. O zaman, gündüzler geceye döner. İnsanlar, ellerinde titrek ışıklı fenerlerle, sokaklarda hayaletler gibi dolaşırlar. Sis, çatlaklardan ustaca sızarak evlerin içine kadar girer ve pencereden bakıldığında dünya kıpkızıl ve donuk görünür. Sis çanları sinir bozucu bir şekilde uğuldar, ortalığı keskin çınlamalar sarar. Yönlerini yitirmiş insanlar, bu madeni çınlamaya doğru yürürler. Gökyüzü baş aşağı çevrilmiş bir mürekkep hokkası gibi tüm dumanını yeryüzüne boca etmiştir sanki.

Sisin en aldatıcısı, sarı olanıdır. İrin gibi kötü kokulu, yoğun ve yapışkandır. Zehirli küçük gözeneklerinden ışık bile geçemez. Sarı sisin olduğu günlerde gemiler çarpışarak batar. Çobanlar ve sürüler yollarını kaybederek dağlarda dolanır, uçurumlara yuvarlanırlar; trenler raylardan çıkar; insanlar birbirleriyle çarpışır. Her şey sessizce, fark edilmeden, acıyan gözlerde kaybolur ve boğazda acı bir tat kalır. Yaşamsal ihtiyacı olan oksijeni yeterli miktarda alamayan beyin körelir, vücut nefes nefese kalır. İnsan adeta kör ve sağır olmuş bir halde balçığa sıvanmışa döner. İnsanları bu iki temel duyusundan yoksun bırakan bu sis bulutu sinirleri alabildiğine gerer.

Bazen hafif ve şeffaf, bazen koyu ama salyangoz kabuğunun iç yüzeyi kadar parlak olan beyaz sis muhteşemdir.

Sis perde, İngiltere’nin üzerinden asla eksik olmaz, hiç dağılmaz. Sis, özgün İngiliz resmine de gizem katar. Turner’in resimlerinde güneşin doğuşu ve batışının solgun betimlenişinde olduğu gibi.

Bu sihirli duman, kül kedisini prensese dönüştürür; hüzünlü, renksiz gölü, görkemli ve sınırsız buğulu bir sabaha.

Sürüsü ile birlikte bozkırlardaki çoban, çölde seraplarla çevrili yolcu gibi görünür. Sisli havada uzaktaki ağaç kuleye, kayalar ise olağanüstü yapılara dönüşür. Bulutların söndürdüğü ırmağın çırpıntısı ile kalabalıkların sesi duyulur. Masallar, şiirler, efsaneler böyle doğar.

Londra’nın sisli alacakaranlık gündüzü son derece etkileyicidir. Dar sokaklarda aniden ortaya çıkan duvarlar, kalkanlarıyla ilerleyen kılıçlı ordulara benzerler. Küçük balıkçı dükkânları, sis perdesinin altında, ıslak, yeni tutulmuş, mat ışıklı incilerle dolu sepetleri andırır...



20 Aralık 2020 Pazar

Ateşi Çalmak 2 / Galina Serebryakova

 


Ateşi Çalmak 2'den...

Çok sıcak geçen 1844 Ağustosu’nda St. Germain ıssızlaşmıştı. Sonradan zenginleşerek sınırsız bir servete kavuşan finans aristokrasisi ile Restorasyon’dan sonra güçlenen aristokratlar Brötonya’daki çiftliklerine, durgun Loire kıyısındaki kasvetli şatolarına ve Pirenelere çekilmişlerdi. Kentin üzerini Parisli bayanların şemsiyelerindeki danteller kadar ince, kızgın bir nem bulutu sarmıştı. Zengin bayanlar, gündüzleri, pliseli jüponları ve balina pullu dar korseleri içinde işkence çekiyorlardı. Hava, ancak akşama doğru serinliyordu.

Karl Marx, redingotunu ve ceketini bir kenara atıp, günlerce kitaplarına ve defterlerine kapandı. Durmaksızın okuyor ve yazıyordu. Ekonomi ve felsefe kitapları, Fransız burjuva devriminin önderlerinin anıları, istatistiki tablolar, İngiltere’nin mezarlık kayıtları kadar iç karartıcı ‘mavi’ parlamenter kitapları; tüm bunlar ilgisini çekmekteydi. Dinlenmek istediğinde de, birçok eserini ezbere bildiği Shakespeare’i karıştırıyor, kurnaz ve zeki Gil Blas’ın dalaverelerine gülüyor, Balzac okumaktan hoşlanıyordu. Heine, George Sand, Musset, Hugo ve Mérimée’nin hiçbir yeni kitabını kaçırmıyordu.

Güneş battığında, Karl pencereyi açıyor ve akşam havasını derin derin içine çekiyordu. Vanneau sokağında bol sayıda bulunan kestane ağaçlarının geniş yapraklarının üzerini kalın, beyaz bir toz tabakası kaplamıştı. Karl, sevgili Trier’in güzel kokulu havasını anımsamadan yapamıyordu. Üzüm toplama bayramlarından baküsvari esintiler eser; kızlar saçlarını üzüm dallarından taçlarla süsler ve hareketli Mosel şarkıları söylerlerdi. Üzüm toplayıcıları, güneşten, havadan ve tatlı üzüm suyundan sarhoş olurdu.

Marx, bu kocaman şehirde, özellikle de çılgın sokak kalabalığının arasında, kendisini gittikçe daha yalnız hissediyordu.

Jenny, Trier’e, annesi Barones Westphalen’in yanına gideli birkaç ay olmuştu. Ağır hasta olan küçük kızını da birlikte götürmüştü. Olaysız, sakin Trier’de, çocuk kısa bir sürede sağlığına kavuştu. Ama iki Jenny’nin yokluğu Karl’a acı veriyordu. Komşusu Bayan Ruge’nin gıcırtılı sesi ve onun kendinden emin kocasının gürültüsü, şimdi Karl’ı, her zamankinden daha çok rahatsız ediyordu.

Karl, Jenny ve çocuğunun dönmesini sabırsızlıkla bekliyor ve onlara karşı duyduğu özlemi, yoğun ve sıkı bir şekilde çalışarak bastırmaya çalışıyordu...

19 Aralık 2020 Cumartesi

Ateşi Çalmak 1 / Galina Serebryakova

 


Ateşi Çalmak 1'den...

Devrim yıllarında olduğu gibi imparatorluk döneminde de devlet görevlilerinin hem işlerinin niteliği, hem de görev yaptıkları ve yaşadıkları yerler sık sık değişirdi.

Bouvier-Dumolard’ın da epey uzun bir hizmet çizelgesi vardı. İmparator, çulsuz bir asilzade olan memurunun diplomasi bilgisine, yabancı dil hakimiyetine büyük değer veriyor ve onu yeni ele geçirdiği topraklarda önemli görevlere atıyordu. Bouvier-Dumolard, imparatorluk rejiminin pürüzlerini gidermede becerikliydi; bu nedenle de Venedik, Raguza, Koburg soyluları kendisini eşitleriymiş gibi benimsemekten hiç çekinmiyorlardı.

Bouvier’nin ailesi, devrim öncesi Fransa’nın önemli, soylu ailelerinden biriydi; ne var ki, 1789 yılında tam bir yıkıma uğramıştı.

Jerome, Dumolard’ın Napoléon subayı olduğu cesur yöneticilik dönemlerini de hatırlıyordu. Tarn ve Garonne’nun yöneticisi olan Dumolard’a, kendi elleriyle vermişti imparatorun mührünü taşıyan zarfı. O mektupta Bouvier’ye, Baron unvanı verildiği bildirilmekteydi.

3

Avcılar, tüccar Broché’nin “Bolluk Villası”nın geniş avlusunu henüz terk etmişlerdi ki, Jerome da alaca atına atlayıp Lyon yolunu tuttu; malikanenin bulunduğu yere 23 mil uzaktaydı Lyon.

İnsanı alabildiğine uyaran, açık, pırıl pırıl bir Ekim günüydü. Rhône ırmağı boyunca uzanıyordu yol; ırmağın açık külrengi suları da bu sabah hava gibi aydınlık, ışıl ışıldı. Yol kıyısındaki akçaağaçlarla kestanelerden kocaman ve rengarenk yapraklar hüzünle yere dökülüyordu. Jerome, biraz yaprak toplayıp atının koşumlarını süsledi. İhtiyar Korsikalı, hayalinde, neredeyse 30 yıldır göremediği memleketine dönmüştü. Gözleri hüzünle, kayalar ve bakir ormanlar arıyordu. Ama etrafta sadece evlerle dolup taşmış tepeler, ve ekilmiş tarlalar görünüyordu. Bir köyde, pınarın yanında, Dijon’a giden bir yolcu arabasına rastladı. Atların değiştirilmesini beklerken yolcular, “Küçük Savoie’lı” meyhanesinde kahvaltı ediyorlardı. Jerome, önemli komisyoncular arasında tanıdık göremeyince, bir kadeh Bordeaux şarabı içti ve yoluna devam etti. Yolda hareketliliğin artması, şehre yaklaştığının işaretiydi.

Çirkin yük atları, ipek ve kadife sandıklarıyla tıkabasa dolu üstleri kapatılmış ağır arabaları sürüklüyordu. Bu malların hepsi, Leipzig panayırına götürülüyordu. Jerome, İtalya’dan tekstil başkentine hammadde taşıyan bir arabayı solladı. Birden ısrarlı bir haykırış duydu ve durdu. Geriye baktı. Küçük bir tepede solgun yapraklarını dökmüş bir ağacın altında, uzun ayaklarını sarkıtmış, kirli pantolonlu ve açık renk gömlekli, kızıl saçlı bir delikanlı oturuyordu.

“Hey arkadaş,” diye bağırıyor ve değneğini sallıyordu, “Lyon uzak mı?”

Yolda birileriyle takışma fırsatını hiç kaçırmayan Jerome...

18 Aralık 2020 Cuma

İdeal Öğretmen / Grigory Petrov

 


İdeal Öğretmen'den...

SALONDA kısa bir sessizlik oldu. Ardından Profesör Raçinski, sözlerine kaldığı yerden aynı heyecanla devam etti: "Evet, sizin söyledikleriniz doğrudur. Bunu ben de kabul ediyorum. Toprağımızın içinde zengin madenler vardır. Yalnız, bu madenler çok defa yerin derinliklerinde bulunur. Bir kısım gayretli ve çalışkan insanlar onu yeryüzüne çıkarmak için ümit ve sebatla çalışıp, derin kuyular kazarlar. Dünyamızın manevî zenginlikleri de bunun gibidir; halkımızın ruhunda gizlenen servetler de böyledir. Kömür, tuz, demir kendi kendine yeryüzüne çıkmaz. İnsan, yeri kaza kaza onları meydana çıkarabilir.

İşte ben de, halkımızın akıl ve vicdanında gömülü ve gizli olan kıymetli cevherleri meydana çıkarmak için doğduğum köye gidiyorum."

O zamanlar genç bir Jeoloji bilim adamı olan ve daha sonraları da dünyadaki en seçkin üniversitelerin pek çoğunda ders veren 'Pavlof isminde bir kişi, profesör Raçinski'nin sözlerine şöyle itiraz etti:

"Sayın Profesör! Sizin gerçek yeriniz maden kuyularında değildir. Siz, kariyeri belli, usta bir mühendissiniz. Sıradan bir maden işçisi değilsiniz. Şu atalar sözünü size hatırlatırım: 'Büyük gemiler, büyük seferler yaparlar.' Siz, yolcuları bir nehrin kıyısından diğer bir kıyıya taşıyan küçük bir sandal değilsiniz. Siz okyanusları aşabilecek büyük bir transatlantiksiniz."

Aklını kaçırmış olduğunu sandıkları bir arkadaşlarını uyarmak için orada bulunan diğer profesörler, genç jeologun bu sözlerini "Bravo, Bravo!" diyerek alkışladılar.

Profesör Raçinski, ümitsizce başını sallayıp, şu cevabı verdi: "Ben bu sözlerinizde övgüye ve takdire değer bir şey görmüyorum. Bu alkışların da bence hiçbir mânâsı yoktur. Varsayalım ki, mesele sizin dediğiniz gibi olsun!.. Ben de sizin söylediğiniz gibi okyanusları aşacak güçte bir transatlantik olayım. Ancak siz de çok iyi bilirsiniz ki, bu halkın cehaleti de kocaman bir okyanus gibidir. Milyonlarca köylünün derin ve kara cahilliği karşısında, biz oralara sadece çok az bilgi sahibi olan yeni yetme öğretmenleri göndermekle yetiniyoruz.

Niçin şehirlerdeki evlerimizin pencereleri büyük olsun da, köylerdeki evlerin pencereleri küçük cam parçalarından ibaret kalsın? Cam parçaları da kırılınca, onların yerlerini kâğıt ya da bezden paçavralarla kapasınlar? Acaba köylülerin, ışığa, ısıya ve temiz havaya daha mı az ihtiyaçları vardır?

Ama siz de bilirsiniz ki, büyük pencereler için büyük camlar lâzımdır. Bunlar ise pahalıdır. İşte bu nedenle köylülerin bir kısmı evlerine pencere bile açmaktan mahrumdurlar.

Eğitim ve öğretim işi de buna benzer. Köylerimizde de daha düzeyli ve doyurucu eğitim veren okullara ihtiyaç vardır. Fakat bunlar pahalıya mâl olduğundan, köy halkına kalitesi düşük ve süresi daha az olan bir eğitim verilmek isteniyor.

Eğitim yılları az ve eğitimi kalitesiz olan küçük okullar, bir kibrit çöpünün alevine benzer. Işığı birkaç saniye sürer. Yanınca, etrafında ancak birkaç metrelik bir alanı aydınlatır. Milletin kafasındaki karanlığı yırtmak için deniz feneri kadar ışık saçan büyük lambalar ve projektörler gereklidir. İşte ben, bu kararımla, doğduğum ve büyüdüğüm köyde büyük bir eğitim ve öğretim meşalesini tutuşturmak...



17 Aralık 2020 Perşembe

Beyaz Zambaklar Ülkesinde / Grigory Petrov

 


Beyaz Zambaklar Ülkesinde'den...

Daha İsveç egemenliği dönemindeyken Finler’in kendi ana­yasa kurumları vardı. Bu yasa gereğince Finler’in Seym deni­len bir parlamentoları vardı. Kendilerine mahsus posta pulu ve para birimleri vardı. Az sayıda da orduya sahiplerdi.

Finler, Rus egemenliğine geçtikten sonra da bu kurum ve haklarını korudular. Ancak İsveçliler döneminde bütün bu kurumların yönetiminde İsveçli memurlar bulunuyordu. Fin­ler, İsveç kültürünün gelişimi için canlı bir unsur sayılıyor­lardı.

Suomi denilen Finlandiya, Rus egemenliğine geçince, Finler bütün bu kurumları ele geçirmek ve ülkenin gerçek sa­hipleri olabilmek için mücadeleye giriştiler. İşe küçük işler­den başladılar. Kademeli olarak ilk, orta ve yüksek öğrenim kurumlarında İsveçli öğretmenlerin yerine Fin öğretmenler atanıyordu. Böylece yavaş yavaş Finlerden, hâkim, doktor ve memur yetiştirmeye başladılar.

Küçük Fin ordusu da millileşmeye başladı. İsveçliler döneminde askerlerin tümü Finler’den oluşuyordu. Ancak Baş­komutanlık, Genelkurmay ve Komuta Kurulu İsveçliler’in elinde bulunuyordu. Rütbelilerin askerlere karşı tutumu da İsveç ordusunda olduğu gibiydi.

İsveçliler kahraman bir millettir. Reformlar döneminde Gustov Adolf, ve Büyük Petro zamanında XII. Karl, İsveç ordusunun ününü tüm Avrupa’ya yaymışlardı. Ancak o dö­nemde İsveçliler’in askeri gücü aristokratların elindeydi. Ül­kede âdeta asker ailelerinden oluşan özel bir imtiyazlı sınıf meydana gelmişti. Bu sınıfa ait olanlar memurlara, tüccarla­ra, aydınlara ve tüm halka tepeden bakıyorlardı. Halkın evla­dı askerler, dayanılması zor bir disipline tabi tutuluyordu.

Komutanlar, eğitim, resmi tören ve kışla hayatından baş­ka hiçbir şeyle uğraşmıyorlardı. Mesai dışı zamanlarını ise iç­ki içerek, kumar oynayarak veya danslı balolarla eğlencelerle geçirirlerdi.

Çoğunun eğitimi eksikti. Okuldan çıktıktan sonra hiç okumaya, araştırıp düşünmeye yönelmezlerdi. Hiçbir top­lumsal ve ulusal idealleri yoktu. Yalnızca mağrurca kılıçlarını şakırdatmasını bilirlerdi. Şık üniformaları içinde sürekli para harcamaktan başka şey bilmezlerdi. Dans salonlarında dans etmekte üstlerine yoktu. Çoğu zaten içki ve kumardan başı­nı kaldırmazdı. Askerlere karşı sürekli kırıcı, kaba ve hatta za­limce davranırlardı. Kendi deyimleriyle “kışla öküzleri”ne aşağılayıcı bakışlarla tepeden bakıyorlardı.

Snelman’ın öncülüğündeki genç Fin aydınları orduya da gereken önemi gösterdiler. Özellikle ordudaki askerlerin ta­lim ve eğitimiyle ilgilenmeyi hedeflediler.

Bunun sonucunda liselerin en gözde öğrencileri, hatta üniversite öğrencileri bile okullarından mezun olduktan son­ra askeri okullara girmeye, orduya mensup olmaya başladılar.

5-6 yıl, hatta 10 yıl süren askerlik hizmetleri sırasında bir yandan da bilimsel araştırmalarını kapsamlı bir şekilde sür­dürdüler.

Snelman, bu gençlerin sorunlarını ve sıkıntılarını bilen en iyi bir eğitimci olmuştu aynı zamanda ve onların her türlü ih­tiyaçlarını karşılamadan geri kalmıyordu. Gerek konferansla­rında, gerekse de yazılarında sürekli şu düşünceleri aşılamaya çalışıyordu:

Görünüşte en uygar milletler bile, henüz hayatlarını ba­rış ve huzur içinde geçirmek için yüksek bir uygarlık düzeyi­ne erişememişlerdir. İnsanlığın yaratılışında var olan kin, in­tikam ve vahşet; azgın deniz dalgalarının alçak yerlere saldır­ması gibi, insanlar arasında da başkalarının haklarına karşı sal­dırılar halinde sürüyor.

İnsan yığınlarından canlı kaleler oluşturur gibi ordularını güçlendiren insanlar kendilerini savunurlarken, dünyamız ka­çınılmaz bir şekilde kanlı taşkınlıklara...




16 Aralık 2020 Çarşamba

Hakikat Meydanı - Işık Taşı #4 / Christian Jacq

 


Hakikat Meydanı'ndan...

Krallar Vadisi'ndeki mezarları kazıp süslemekle görevli zanaatkarların gizli köyü Hakikat Meydanı bir süredir endişe içindeydi. Ustabaşı Suskun Nefer'in öldürülmesinden bu yana erkekler, kadınlar, çocuklar, hatta köpek Kapkara ile bekçi kaz Çirkin Hayvan gibi evcil hayvanlar güneşin batmasından korkar olmuşlardı.

Güneş yer altı dünyasının bağrında gece yolculuğuna başlamak üzere dağın arkasından batar batmaz, köy sakinleri küçük beyaz evlerine sığınır olmuştu. Birazdan Nefer'in mezarından kötülük dolu bir gölge çıkacak, kendine yeni bir av arayacaktı kuşkusuz.

Genç kızlardan biri gölgenin pençesinden son anda kurtulmuştu, ama kimse kocasının ölümünden sonra yasa ve umutsuzluğa gömülen Işık'ı, köyün bilge kadınını rahatsız etmeye cesaret edemiyordu. Işık ve Nefer loncanın resmî söylemiyle, "Teb'in batısındaki milyon yıllık ulu ve soylu mezarın" gizemini birlikte öğrenmişler, "çağrıyı duyan" otuz kadar zanaatkar ile ailelerinin oluşturduğu küçük topluluğun ana babası olmuşlardı.

- Bu böyle süremez! diye bağırdı kara gözlü bir deve benzeyen Cesur Paneb, genç ve narin karısı Lekesiz Uabet'i olduğu yere çivileyen bir öfkeyle. Sıçanlar gibi saklanmaktan başka bir şey düşündüğümüz yok, hayattan keyif almayı çoktan unuttuk.

- Belki de o hayalet sonunda buradan çeker gider, dedi Uabet, iki yaşındaki kızı Selena'nın yatağında mışıl mışıl uyuduğunu görüp rahatlayarak.

Herkesin belalısı, on beş yaşındaki oğullan Aperti, korkusunu unutabilmek için bir parça kireçtaşının üzerine karikatür çiziyordu.

- Sadece bilge kadın ölü kocasının ruhunu sakinleştirebilir, dedi Paneb, oysa onun da hiç gücü yok... Göreceksin, sonunda yine beni suçlayacaklar!

Büyük bir sevgiyle bağlandığı Suskun Nefer ile bilge kadının manevî oğulları Paneb, Hakikat Meydanı hizmetkârlarının bilime ve Büyük Eser'e varmalarına yardım eden sembolik geminin "sağ ekip" şefliğine seçilmişti. Ne var ki loncanın içine sızmış bir hain, Paneb'in, manevî babasının katili olarak suçlanmasına neden olmuştu.

Bizzat bilge kadın tarafından aklanan genç dev, kuşku dolu bakışların ağırlığını hâlâ üzerinde hissediyordu.

- Bu işi kendim halletmem gerekiyor, dedi sonunda. İriyarı kocasının tam tersine, çok narin bir kadın olan Uabet, Paneb'in kollarına atıldı...



15 Aralık 2020 Salı

Cesur Paneb - Işık Taşı #3 / Christian Jacq

 


Cesur Paneb'den...

Hakikat Meydanı'na, Teb'in batı kıyısındaki gizli köye girerek paha biçilmez hazineyi çalmak; işte yasak bölgeye yaklaşmayı başaran beş kişinin görevi buydu. Vaat edilen inanılmaz ödülü düşündüğünde, yüzü geniş bir tebessümle aydınlandı çete liderinin. Kimse, yerel Polis Şefi Sobek bile her şeyi önceden tahmin edemezdi; hırsızların, yüksek duvarların ardında saklanan ve loncaya ihanet eden zanaatkardan yardım görecek olmaları, operasyonun sanıldığından da kolay geçeceğinin işaretiydi sanki. Hainin kalbi çılgınca çarpıyordu.

Patronuyla birlikte, yeni firavunun taç giymesinin beklendiği şu günlerin kargaşasından yararlanarak her türlü tehlikeyi göze almayı, vurgun işlerinde son derece deneyimli bir haydut çetesini köye göndererek Krallar Vadisi'ndeki firavun mezarlarım kazıp süslemekle görevli zanaatkarların büyük bir kıskançlıkla korudukları Işık Taşı'nı kaçırmayı kararlaştırmışlardı. Hain birkaç saat sonra, yıllardır yaşadığı, sanatının inceliklerini öğrendiği, bunca esrarı ve heyecanlı anı paylaştığı loncayı bir daha dönmemek üzere ardında bırakmış olacaktı. Bu görevi yerine getirmek için bütün yeteneklere sahip olmasına rağmen, arkadaşlarının onu ustabaşılığa neden seçmediklerini hâlâ anlayamıyordu.

Üzüntüyü, öfke ve bu değerbilmez nankör topluluğu cezalandırma isteği izlemişti. Kader önünde yepyeni bir yol açtığında, hiç mi hiç tereddüt etmedi; loncayı yıkarak zenginliğe kavuşacak, görkemli bir ev ile büyük bir bahçeye sahip olacak, bir sürü sadık hizmetkâra emir yağdıracaktı. Usta-başının talimatlarını uygulamak zorunda olduğu bunaltıcı iş günleri olmayacakü bundan böyle, firavun adına yapılacak karşılıksız işler de. Bundan böyle sadece hayatını yaşayacaktı hain, yeminini ve geçmişini unutması da çok sürmeyecekti.
Talihi yaver gitmiş, varlıklı ve saygm bir ev hanımı olmaya can atan eşinin de desteğini kazanmıştı.

Uzun bir süre boyunca, karısının göstereceği tepkiden çekinmiş, niyetini açığa vuramamıştı; oysa yanılmıştı işte, hainin eşi de en az kendisi kadar kararlıydı. Üstelik şimdi derin bir uykuya dalıp horuldayan nöbetçinin birasına kattıkları uyku ilacını da bizzat karısı hazırlamıştı. Bu kez yakındı başarı, öylesine yakın ki hain heyecandan tir tir titriyordu; sinirlerinin laçkalaşmaması için kendine hakim olmaya çalışıyor, yıllar süren çabalarının sonunda ödüllendirileceği bu sakin gecenin sükûnetine uymaya çalışıyordu.

Patronunun gönderdiği adamlar birazdan hainin bıraktığı ip merdivenden tırmanıp duvarı aşacaklardı. Ondan sonra da geriye, onlara tapınağın yolunu göstermek kalacaktı.

Bir dizi tiz çığlık Cesur Paneb'i uykusundan uyandırdı.

14 Aralık 2020 Pazartesi

Bilge Kadın - Işık Taşı #2 / Christian Jacq

 


Bilge Kadın'dan...

Yoğun bir tehlike çevrede kol geziyordu.

Büyük Ramses'in altmış yedi yıl süren iktidarından sonra ölümünden bu yana, Hakikat Meydanı endişe içindeydi. Başlıca görevleri kral ve kraliçe mezarlarını yapmak ve süslemek olan zanaatkarların Teb'in batı ucundaki gizemli ve dışa kapalı köyü, korkuyla geleceğine bakıyordu.

Yeni firavun, altmış beşlik Merneptah, ünlü ölünün yetmiş gün süren mumyalanmasından sonra, nasıl bir karar alacaktı? Ramses'in oğlu sert, adil ve ciddi bir adam olarak tanınıyordu tanınmasına da, entrikaları, "yaşayanların tahtı"na geçip İki Ülke'yi, Yukarı ve Aşağı Mısır'ı ele geçirme planlarını önleyebilecek miydi?

Büyük Ramses, doğrudan krala ve onun başbakanına, yani vezire bağlı zanaatkarlar loncasının ve Hakikat Meydanı'nın cömert koruyucusu olmuştu yıllar boyu; Hakikat Meydanı'nın bağımsız mahkemesi vardı, her gün iaşe alıyordu. Gündelik kaygılardan uzak, ülkenin manevî gelişimi için olmazsa olmaz çalışmalara ayırıyordu tüm zamanını.

Girmesinin yasak olduğu köyün güvenliğinden sorumlu Şef Sobek, uzun zamandır uykuya hasretti. Belinde kılıcı, elinde mızrağı, omzunda yayı, durmaksızın sorumluluğu altındaki bölgeyi arşınlıyor, kurduğu güvenlik ağını gözden geçiriyordu.

Köyün büyük kapısının önüne yerleştirilen iki muhafız her zamanki görevlerini eksiksiz yerine getiriyordu kuşkusuz; biri sabahın dördünden, öğleden sonra dörde; öteki öğleden sonra dörtten, sabah dörde. İkisi de iriyarı, ellerindeki sopaya hâkim adamlardı, dışardakilerin Hakikat Meydanı zanaatkarları ile ailelerinin yaşadığı bölüme girmelerini önlüyorlardı. Bir de "beş duvar" vardı köye giden yolun üzerinde ya da birbiri ardına sıralanmış beş tabya.

Ne ki bütün bu önlemler Sobek için, sol gözünün altında ince bir yara izi taşıyan irikıyım güçlü Nübyeli için, yeterli değildi; adamlarına sürekli çevredeki tepelerden etrafı kolaçan etmelerini, Ramesseum'a, Büyük Ramses'in milyon yıllık tapmağına giden yolu, Krallar ve Kraliçeler vadilerine çıkan patikaları denetlemelerini söylemişti.

Eğer önlenemez bir karışıklık çıkarsa, baldırı çıplaklar, zanaatkarların akıl almaz hazineler yarattıkları, hatta arpayı altına çevirdikleri söylenen Hakikat Meydanı'na...

13 Aralık 2020 Pazar

Suskun Nefer - Işık Taşı #1 / Christian Jacq

 


Suskun Nefer'den...

Ekinlere zarar veren suaygırlarından, kemirgenlerden ve çekirgelerden korkarak selden sonra toprağı sürmek, ekip biçip ürün toplamak, ambarları doldurmak, arklarla örmek, alet edevatın bakımını yapmak, geceleri uyuyacağına ip yapmak, sürülere bakmak, koşum takımlarını gözden geçirmek, durmaksızın tarla hakkında endişelenmek ve ineklerin sağlıklı ya da buğdayın kaliteli olmasından başka bir amacı olmamak... Cesur, bu tekdüze yaşama artık tahammül edemiyordu.

Çöl ile ekili arazinin sınırındaki firavuninciri ağacının gölgesinde oturan delikanlı, öküzlerle ilgilenmek üzere ailesinin çayırına gitmeden önce, çoktan hak ettiği kısa bir mola veremiyor, biraz olsun kestiremiyordu. On altı yaşında, 1.90 boyunda bir devi andıran Cesur, babası, dedesi ve büyük büyükbabası gibi bir köylü olduğunu kabul etmek istemiyordu.

Her gün bu sakin yere gelip, yonttuğu bir odun parçasıyla kuma hayvan resimleri çiziyordu. Çizmek... İşte saatler boyunca yapmak istediği tek şey buydu; sonra boyayıp, bir eşek, bir köpek veya bin farklı yaratık yaratmak istiyordu!

Cesur incelemeyi ve gözlemlemeyi seviyordu. Görüntü yüreğine işliyor, sonra yüreği eline emirler veriyordu. Ardından eli, gerçeğinden daha canlı bir resmin hatlarını çizmek üzere olanca özgürlüğüyle hareket ediyordu. Delikanlıya papirüs, kamışkalem ve boya malzemesi lazımdı... Ama babası bir çiftçi olduğundan, çocukcağız ihtiyaçlarını ona söylediğinde, oğluyla alay etmişti.

Cesur'un tüm isteklerini karşılayan tek bir yer vardı: Hakikat Meydanı. Şehrin içinde neler olup bittiğini bilen kimse yoktu, firavunun mezarını süslemek üzere, krallığın en büyük ressamları ve çizimcileri burada toplanmıştı.
Basit bir köylü çocuğunun bu efsanevî topluluğa girmek gibi bir şansı yoktu.

Buna rağmen delikanlı, günlük hayatin sıradanlığını unutarak, kendilerini bütünüyle sevdikleri işe adayan bu kişilerin ne kadar mutlu olduklarını düşünmekten kendini alamıyordu.

- Hey Cesur, yine keyfin yerinde bakıyorum!

Bu alaycı lafı atan Kütük yirmi yaşındaydı. İri, adaleli bir vücudu olan Kütük sadece hasırotundan örülmüş kısa bir peştamal giyerdi. Yanında, aptal gülüşlü kardeşi Şişko vardı. Henüz on beş yaşında olmasına rağmen, atıştırdığı pastalar yüzünden, ağabeysinden on kilo fazlaydı.

- İkiniz de beni rahat bırakın.

- Burası sadece senin değil. Bizim de buraya gelmeye hakkımız var.

12 Aralık 2020 Cumartesi

Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri / Çetin Altan

 


Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri'nden...

Ufak tefek Rıza Bey, taban düşüklüğünün bacaklarda yaptığı ağrıları önlemek için, ayaklarında hafif tahtadan kalın tabanlı İsveç saboları, yazı masasının başında, koca bir bardak taze demli çayla, yeni bir polis öyküsü yazmaya çalışıyordu.

Dışarda hava limoniydi. Gökyüzünü kademeli kaplamış yoğun bulutların arasından, güneş bazan azıcık görünüyor, sonra yine kayboluyordu.

Rıza Bey, gemiye İngiltere'den yüklenmiş elektronik aygıtlarla dolu sandıkların birinden çıkan Taylandlı bir kadın ölüsünün sırrına taktırmıştı kafasını. O kadını kim Öldürmüş, cesedini de oraya nasıl koymuştu?

Öyküyü mantıklı bir planda yürütebilmek için, bir yığın olasılık geçiyordu aklından...

O sırada kapının zili çalındı. Bu ikindi saatinde kim gelmiş olabilirdi ki? Üç beş yakın dostundan başka hemen hiç kimsesi yoktu Rıza Beyin.. Onlar da telefon etmeden, daha doğrusu Rıza Bey kendilerini davet etmeden, eve gelmezlerdi. Masasından kalkıp, kapıyı açmaya gitti...

Ay, o da nesi... Büyük teyzesinin torunu Vural, elinde bir utla karşısında duruyordu. Yıllar var gördüğü yoktu Vural'ı. Kendisi gemi telsizciliğiyle dünya denizlerinde dolaşıp dururken; çocukluğunda hiç değilse bayramlarda karşılaştığı eski akrabalarla da, ilişkisini tümden yitirmişti.

Vural on yaş daha küçüktü Rıza Bey'den. Liseyi bitirdikten sonra yüksek eğitim yapmamış ve itfaiye müdürlüğünün levazım masasında şef yardımcısı olarak girmişti. Küçüklüğünden beri alaturka müziğe meraklıydı. Piyanodan klarnete kadar hemen her aleti kendine göre çalar, bariton sesiyle de, eski yeni her şarkıyı okurdu.

Rıza Bey:

— Gir bakalım içeri nerden çıktın sen böyle, dedi. Vural, bir elinde ut, eski aile terbiyesi gereği, Rıza Bey'in elini öpmeye davrandı; Rıza Bey, «Rica ederim» diye elini aşağıya doğru çekti, sarmaş dolaş
öpüştüler.

Vural:

— Seni rahatsız ettim dayıcığım, kusura bakma, diyordu.

Salona geçip oturdular...

11 Aralık 2020 Cuma

Viski / Çetin Altan

 


Viski'den...

Gözleri ne kanlı, ne ürkütücüydü. Hatta öfkeli bile değillerdi başlangıçta. Hiçbir şeyi algılamayan donuk ve anlamsız bir bakışla bakıyorlardı.

Kasketli ve kocaman bıyıklılar duruyordu en önde. Kolları yanlarına sarkmış, Öyle taş gibi duruyorlardı. Arkalarında yığınlar vardı. Onlar da sakin ve sessizdiler.

Adını şöyle bir bildikleri birkaç kişiyi vurup yaralamış bir kabadayı, elini ceketinin içine atarak.

«Siktirin ulan dağılın bakayım,» diye üstlerine doğru yürüse, geri geri giderek dağılabilirlerdi.

Ölmek ve öldürmek için bir nedenleri yoktu. Öyle bir gerilim içinde de değildiler.

Konuşmacı, önünde mikrofon, bağırıyordu:

«Güneş sizlerin üstünden doğacaktır. Güzel günler yakındır. Sağ olun var olun.»

Ne bir alkış, ne bir «yaşa». Sadece put kesilmiş öyle bakan bir kalabalık.

Konuşmacı elini kaldırmış, sözcüklerin üstüne basa basa bağırıyordu:

«Benim canım kardeşlerim, o güzel günleri hep birlikte yoğuracak, doğmamış güneşleri doğuracak, pişmemiş aşımıza soğuk su katanları hep birlikte kurutacağız...»

Çıt yok.

Üç beş alkış olsa, konuşmacı bunu çoktan dinleyicilerin nutuk sonlarındaki coşku gösterisi niyetine kabullenip inecekti kürsüden.

Ama karşısında sanki yığınlar yok, ölüleri ayakta duran bir mezarlık vardı. En ufak bir tepki alamıyordu ve son bir umutla sözü uzatmaya çalışıyor, başarılarını eskiden denediği beylik nutuk cümlelerini art arda sıralamaya devam ediyordu:

«Yüreği ak, alnı pak, özü doğru, sözü doğru...»

Öndeki kocaman bıyıklı kasketliler öyle duruyorlardı.

«Bu topraklar için toprağa düşen...»

Gün ikindiye dönüyordu. Uzakta bir kuş uçuyordu.




10 Aralık 2020 Perşembe

Yeni Görgü Kuralları / Akın Alıcı

 


Yeni Görgü Kuralları'ndan...

Çincede “dinlemek” kelimesi “Sana kulaklarımı, gözlerimi, dikkatimi ve kalbimi veriyorum” şeklinde ifade edilir.
Eğer söyleyecek hiçbir şeyiniz yoksa ve sırf konuşmaya katılmak için konuşuyorsanız susup dinlemek daha iyidir.

Karşınızdakini dinlediğinizi göstermek için şu hareketlerden faydalanabilirsiniz:
• Konuşan kişiye doğru hafifçe eğilmek.
• Gülümseyen bir yüz ifadesiyle onun düşüncelerine de açık olduğunuzu belirtmek.
• Zaman zaman görüşlerini kabul ettiğiniz anlamında başınızı sallamak. (Ancak bunu gereğinden fazla yaparsanız, konuşmacı sizin çok çabuk bir şekilde, tüm fikirlerini kabul ettiğinizi düşünür. Ölçülü olmak en iyisidir.)

Sözünüzün kesilmesini istemiyorsanız kimsenin sözünü kesmeyiniz. Eğer birinin sözünü keserek konuşmaya başlarsanız emin olun anlatacaklarınız yeterli etkiyi göstermeyecektir. Ancak yanlışlıkla birinin sözünü kesmişseniz özür dilemeyi de ihmal etmeyin.

Karşınızdaki konuşurken başka yerlere bakmak, ilgisiz davrandığınız izlenimini verir. Yeterli oranda göz teması kurarak dinlemelisiniz.

Dinleme esnasında sadece cevap verirken karşınızdakine bakıyor ve o konuşurken başka tarafa bakıyorsanız “Sıkıldım”, “Düşüncelerime güvenme” izlenimi verirsiniz.

Birisi konuşurken ona arkanızı dönmeyin.

Karşınızdaki konuşurken ne söylediğini dinleyin ve önem verin, bu arada söyleyeceklerinizi kafanızda kurmaya çalışmayın.

Toplantılarda sürekli ön plana çıkma gayreti göstermek söylediklerinizin dinlenme oranını azaltır. Ön plana çıkma çabası sizi itici kılar. Amacınızın tersi sonuç elde edersiniz.

Bir toplulukta anlatılacak olayı/fıkrayı bildiğinizi fark ettiğinizde, anlatıcı daha sözünün başındayken “Ben biliyorum!” demek hoş bir davranış değildir.

Nazik bir adam, anlatılan fıkrayı her zaman ilk defa duyan kişidir.
Mark Twain
Söylediklerinizi duyurmak için hiç kimseyi kolundan tutmayın, çünkü insanlar sizi dinlemeye istekli değillerse, onları tutacağınıza çenenizi tutmanız daha iyi olur.
Lord Chesterfield

Konuşmak ihtiyaç olabilir ama susmak bir sanattır.
Goethe

Çok dinlememiz ve az konuşmamız için iki kulağımız ve bir dilimiz vardır.
Diogenes

Güzel konuşmak için bir tek yol vardır; dinlemeyi öğrenmek.
Christopher Morley



9 Aralık 2020 Çarşamba

Tarihe Geçen Hazırcevaplar / Akın Alıcı

 


Tarihe Geçen Hazırcevaplar'dan...

Kütüphane, hastane ve yangına karşı sigorta şirketi kurdu. 1736’da Philadelphia meclis sekreteri olarak siyase­te girdi. Amerika’da İngilizlerin yönettiği posta servisinin genel müdürlüğünü yaptı.

Elektrik üzerine yaptığı çalışmalar bilim tarihine ışık tuttu, elektrik yüklerindeki artı ve eksi uçlarını keşfetti ve elektriğin korunumu ilkesini ortaya attı.

Elektriğin varlığından bahsetmeye başladığında, çok gereksiz görülen bu keşfi için çevresindekiler alaycı bakışlarla “Bu kadar uğraşıp yaptığın bu icadın neye faydası var ki?” diye sordular.

Benjamin Franklin, bugün ampul başta olmak üzere pek çok alanda kullandığımız elektriğin gelecekteki öne­mini ve bu buluşlarının ileride gerçekleştirilecek keşiflere bir başlangıç oluşturacağını çevresindekilere anlatmak için şöyle der: “Çocuğun ne faydası var, hiç düşündünüz mü? Ama o ileride belki büyür ve bir insan olur!”

Fırtınalı bir akşam, oğlu ile birlikte havalandırdığı uçurtma deneyi sonucunda elde ettiği bilgilerle paratone­ri buldu.

Amerikan Kongresi’ne milletvekili seçilerek Bağım­sızlık Bildirgesi başta olmak üzere, Washington, Jefferson, Adams, Hamilton, Madison gibi isimlerle Amerika’nın İn­giliz sömürgesinden kurtulmasında ve yeni yeşeren siyasal ve toplumsal yapısının kurulmasında önemli rol oynadı.

Amerikan Anayasası oluşturulurken, Kongre’de ana­yasa hakkında açıklama yapan Franklin’e “halkın saadet­leri peşinden gitmesi” ibaresi hakkında eleştiri gelir. Kür­süye doğru hızla ilerleyen bir adam, “O kelimelerin hiçbir anlamı yok” diye bağırır. “Bu sözlerin garanti ettiğini söy­lediğin saadet nerede, bize ondan bahset!”
Benjamin Franklin hafifçe gülümser ve şu cevabı verir:

“Dostum! Anayasa, Amerikan halkına sadece saadet­lerin peşinde gitme hakkını garanti ediyor. Onu yakalaya­cak olan ise sensin.”

1775-1783 Amerika’nın Bağımsızlık Savaşı sonunda barış görüşmeleri için gittiği İngiltere’den döndükten bir süre sonra, 17 Nisan 1790’da öldü.

Bir gün Benjamin Franklin’e ruhun ölümsüzlüğü hak­kında ne düşündüğünü sorarlar...



8 Aralık 2020 Salı

Hayata Yön Veren Sözler / Akın Alıcı

 


Hayata Yön Veren Sözler'den...

“Gerçek iyimser, problemlerin farkındadır ama çözümleri de bilir, zorlukları görür ama üstesinden gelineceğine de inanır, olumsuzlukları yakalar ama olumlulukları da vurgular, en kötüye açıktır ama en iyiyi de bekler, şikâyet etmek için nedeni vardır ama gülümsemeyi seçer.”
W. Arthur Ward

“Dış dünyaya gelince, karşınıza gördüğünüz şeyler çıkacaktır. Neye bakarsanız onu görürsünüz.”
Zen

“Nasıl ki fizikte iki cisim aynı zamanda aynı yerde bulunamaz diye bir kanun varsa, psikolojide de aynı kanun yürürlüktedir. Eğer kafamızı cesaret, sevgi, anlayış, tolerans düşünceleriyle doldurursak, menfi bütün düşünceler kaçar gider.”
Nüvit Osmay

“Olumlu ve olumsuz, sadece aynı paranın farklı taraflara bakan iki yüzüdür.”
Al Schneider

“Dünyanın size iyi davranmadığını düşünüyor musunuz? Dünyaya karşı tutumunuz mükemmelse mükemmel sonuçlar alacaksınız. Dünyayla ilgili şöyle böyle hissediyorsanız bu dünyadan alacağınız karşılık ortalama olacaktır. Dünyayla ilgili olumsuz duygular beslerseniz yaşamdan yalnız olumsuz yanıtlar aldığınızı hissedeceksiniz.”
John Maxwell

“Eğer her şeyin kötü olacağını söylemeyi sürdürürseniz, bir kahin olma şansınız artar.”
Isaac Bashevis Singer

“Eğer evliliğinizin yürümesini istiyorsanız lekeye değil, her zaman güzelliğe bakmayı bilmelisiniz. İster bir eşte olsun, ister bir çocukta, bir komşuda, bir patronda ya da bir arkadaşta, ne kadar leke ararsanız o kadar leke bulursunuz.”
Steven W. Vannoy

“Kötü hüküm vermeye alışkın insanlar genellikle iyinin farkında olamazlar. O iyi ki, onlar kaybedinceye kadar avuçlarının içindeydi.”
Sophocles




7 Aralık 2020 Pazartesi

Hayata Karşı Güç Bende / Akın Alıcı

 


Hayata Karşı Güç Bende'den...

18 yaşında ailesinin isteğiyle girdiği tıp fakültesinde, parçalarını kendisi birleştirerek daha ucuza mal ettiği bilgisayarları satmaya başladı. Bu sebeple dersleriyle yeterince ilgilenememesi üzerine ailesi konuşmak için öğrenci yurduna geldi. Michael, bilgisayarları arkadaşının odasındaki banyoya sakladı. Ortalıkta bilgisayar olmamasına rağmen babası, onun bu tutkusunun farkında olarak:

“Bu bilgisayar saçmalığını bir kenara bırakıp okuluna odaklanmalısın,” dedi. “Önceliklerini iyi ayarla. Ömrünü neye harcamak istiyorsun?”

Michael Dell’in hayalleri büyüktü: “IBM ile yarışmak istiyorum!”

İdeallerine ve başarılı olacağına olan inancıyla istemeyerek gittiği fakülteden ayrılarak, büyük düşünü gerçekleştirmek için, 19 yaşında kendi şirketini kurdu. Üçte bir fiyata sunduğu ürünlerle bilgisayar pazarını altüst eden Michael Dell; dönemin güçlü bilgisayar şirketlerinin kısa süre sonra piyasadan çekilmesine neden oldu.
27 yaşına geldiğinde ABD’nin en genç CEO’suydu (Chief Executive Officer/İcra Kurulu Başkanı). Michael Dell, dünyanın en zenginleri listesinde ön sıralarda yer alıyor.

Şunu çok iyi biliyoruz ki neyi hedeflersek ona doğru yol alırız. Bu her seferinde hedeflerimize kesinlikle ulaşacağımız sonucunu doğurmayabilir elbette ama bizi en azından ilkinden daha ileriye taşıyacaktır.

“En büyük işler büyük hayal sahipleri tarafından başarılmıştır.”

George William Russel (1867-1935)

• Küçük şeyleri düşünmeye alışkın zihinleri büyük hayaller korkutabilir.

“Yüksek fikirler, yüksek dağlara benzer, alışık olmayanları ürkütür,” diyor şair ve yazar Cenap Şahabettin (1870-1934). İstediğiniz her neyse, onu düşleyebiliyorsanız elde etme hakkına da sahipsiniz.

Düşleyebildiğiniz her şey sizin olabilir. Fakat bugüne dek düşlerinizi açan, zenginleştiren, büyüten, çeşitlendiren ve esnekleştiren bir düşünce şeklinden uzak yaşamışsanız; işe öncelikle buradan başlamalısınız. Çünkü kısıtlanmış düşünceler, hayaller cılız, küçük ve renksiz olur. Bu sebeple işin kaynağını gürleştirmek, büyütmek ve renklilik kazandırmak gerekir. Yoksa ne yapacağı konusunda şaşırmış, sınırlı, küçük işlerle uğraşan bir yaşam sürmeye devam edilir.

“Gözün yükseklerde olmasın, elde edemezsen üzülürsün,” diye dost tavsiyesinde bulunurlar; dikenli tellerle ördükleri sınırlarda yaşayan dostlar. Bu sınırlar onlar için son noktadır, bir adım ilerisi yoktur; gerekirse geri adım atmaya da razıdırlar. En son ne zaman sınırlarımızı zorladık. En son ne zaman gözümüzü yükseklere diktik ve bir gün orada yerimizi alacağımızın hayalini kurduk?




5 Aralık 2020 Cumartesi

Yeşil Peri Gecesi / Ayfer Tunç

 


Yeşil Peri Gecesi'nden...

İçeri girmeden önce Ali’nin kapısında dikilmiş, gözlerine bakmıştım. O güzelim, o simsiyah gözlerine. Korkudan içimin titrediğini göstermemek için kaskatı kesilmiştim. Hâlâ genç bakıyor oluşu beni ümitlendirmiş olsa da, öyle korkuyordum ki olacaklardan, sırtımdan akan ter belime inmişti. Avuçlarım bile ıslaktı. Hem çok korkuyor, hem de bu kadar çok korkuyor olmama şaşıyordum.

Oysa sabah uyandığımda içimde korku yoktu. Zerresi bile yoktu. Aksine delimsirek bir neşe vardı. Tanya gelmeden, gelip de anahtarıyla usulca kapıyı açmadan, montunu askıya asıp, bizi uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak mutfağa gidip, kendine bir Türk kahvesi yapmadan yataktan kalkmıştım. Ben kalktığımda Tanya bunları çoktan yapmış, ortalığı toparlayıp kahvaltıyı hazırlamış olurdu.

Ev buz gibiydi. Sanki içerde rüzgâr esiyordu. Geçen yüzyılın başında yapılmış kibirli palasımızın tembel kapıcısı daha kalkmamış, kaloriferi yakmamıştı. İncecik ipek sabahlığımın üstüne Osman’ın sweatshirt’ünü giydim. Polardı, sıcak tutuyordu. Salona gittim. Yüksek tavanlı, uçsuz bucaksız salonumuzun İstanbul’a tepeden bakan genişötesi penceresi, görüntüsü kaybolmuş bir televizyon ekranına benziyordu. Mattı, kül rengiydi. İstanbul kül rengi bir pus altında, kıpırdamadan uyuyordu. Boğaz’dan gemiler bile geçmiyordu.

Gene Kurdun Saati’nde uyanmıştım. Başıma gelenlerden çok daha önce başlamıştım bu saatte uyanmaya. Babam öldüğünden beri, bebekler doğarken yaşlıların öldüğü, geceyle gündüz arasındaki o garip saatte uyanıyordum. Bir süre öylece, gözlerim tavana dikili yatıp tekrar uyumaya çalışıyordum, sonunda uyuyordum.
Ama yetmiş küsur saattir öyle olmuyordu. Yetmiş küsur saattir gözüme uyku girmiyordu. Ara sıra başım göğsüme düşüyordu. Biraz içim geçiyordu. Uykuya benzemeyen huzursuz bir şeyin içinde bir süre kendimi kaybediyordum. Başım ağrıyordu, çatlıyordu ağrıdan. Başımı durduramıyordum.

Sabaha karşı biraz dalmıştım. Bir-iki saat boyunca çok derin uyumuştum. Çok zinde uyanmıştım. Başımın ağrısı geçmişti. İnanamamıştım. Sanki hayatımda bir şey olmamıştı. Hayatım sanki pürüzsüzdü, tertemizdi.

Mat ekran dalga dalga açılmaya başlayıncaya kadar pencerenin önünde dikildim. Şehir Hatları vapurlarıyla motorlar belirdi. Bir tanker görüntüde yüzer gibi geçti. Sisi delen soluk ışıklar söndü. İçimde aşırı, vahşi bir coşku vardı.

Hiç âdetim olmadığı halde kahvaltı hazırladım. Hem çay demledim, hem kahve yaptım. Bir cam kâseye üç yumurta kırdım, biraz süt, bir tutam tuz-karabiber ekledim, çırptım-çırptım-çırptım. Buzdolabından çıkardığım çok tahıllı, çok besleyici, çok sağlıklı ekmekleri çırptığım sütlü yumurtaya batırıp kızartmaya başladım. Osman mutfaktan gelen kahve kokusuyla uyandı. Cilası iyice eskimiş parkelerde terliklerinin çıkardığı sesi duydum.
Osman Berlin’den altı saat önce gelmişti. Yetmiş küsur saat önce olup bitenlerden habersizmiş gibi yapmıştı.

“Çok yorgunum,” deyip yatmıştı. Yatarken bana “Hayalete benziyorsun,” demişti.

Beni sabahın köründe ayakta görünce çok şaşırdı. Ben hem yumurtalı ekmek kızartıyor, hem var gücümle şarkı söylüyordum.

Rüzgâr söylüyor şimdi o yerlerde bizim eski şarkımızı şarkısını söylüyordum...