5 Aralık 2020 Cumartesi

Yeşil Peri Gecesi / Ayfer Tunç

 


Yeşil Peri Gecesi'nden...

İçeri girmeden önce Ali’nin kapısında dikilmiş, gözlerine bakmıştım. O güzelim, o simsiyah gözlerine. Korkudan içimin titrediğini göstermemek için kaskatı kesilmiştim. Hâlâ genç bakıyor oluşu beni ümitlendirmiş olsa da, öyle korkuyordum ki olacaklardan, sırtımdan akan ter belime inmişti. Avuçlarım bile ıslaktı. Hem çok korkuyor, hem de bu kadar çok korkuyor olmama şaşıyordum.

Oysa sabah uyandığımda içimde korku yoktu. Zerresi bile yoktu. Aksine delimsirek bir neşe vardı. Tanya gelmeden, gelip de anahtarıyla usulca kapıyı açmadan, montunu askıya asıp, bizi uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak mutfağa gidip, kendine bir Türk kahvesi yapmadan yataktan kalkmıştım. Ben kalktığımda Tanya bunları çoktan yapmış, ortalığı toparlayıp kahvaltıyı hazırlamış olurdu.

Ev buz gibiydi. Sanki içerde rüzgâr esiyordu. Geçen yüzyılın başında yapılmış kibirli palasımızın tembel kapıcısı daha kalkmamış, kaloriferi yakmamıştı. İncecik ipek sabahlığımın üstüne Osman’ın sweatshirt’ünü giydim. Polardı, sıcak tutuyordu. Salona gittim. Yüksek tavanlı, uçsuz bucaksız salonumuzun İstanbul’a tepeden bakan genişötesi penceresi, görüntüsü kaybolmuş bir televizyon ekranına benziyordu. Mattı, kül rengiydi. İstanbul kül rengi bir pus altında, kıpırdamadan uyuyordu. Boğaz’dan gemiler bile geçmiyordu.

Gene Kurdun Saati’nde uyanmıştım. Başıma gelenlerden çok daha önce başlamıştım bu saatte uyanmaya. Babam öldüğünden beri, bebekler doğarken yaşlıların öldüğü, geceyle gündüz arasındaki o garip saatte uyanıyordum. Bir süre öylece, gözlerim tavana dikili yatıp tekrar uyumaya çalışıyordum, sonunda uyuyordum.
Ama yetmiş küsur saattir öyle olmuyordu. Yetmiş küsur saattir gözüme uyku girmiyordu. Ara sıra başım göğsüme düşüyordu. Biraz içim geçiyordu. Uykuya benzemeyen huzursuz bir şeyin içinde bir süre kendimi kaybediyordum. Başım ağrıyordu, çatlıyordu ağrıdan. Başımı durduramıyordum.

Sabaha karşı biraz dalmıştım. Bir-iki saat boyunca çok derin uyumuştum. Çok zinde uyanmıştım. Başımın ağrısı geçmişti. İnanamamıştım. Sanki hayatımda bir şey olmamıştı. Hayatım sanki pürüzsüzdü, tertemizdi.

Mat ekran dalga dalga açılmaya başlayıncaya kadar pencerenin önünde dikildim. Şehir Hatları vapurlarıyla motorlar belirdi. Bir tanker görüntüde yüzer gibi geçti. Sisi delen soluk ışıklar söndü. İçimde aşırı, vahşi bir coşku vardı.

Hiç âdetim olmadığı halde kahvaltı hazırladım. Hem çay demledim, hem kahve yaptım. Bir cam kâseye üç yumurta kırdım, biraz süt, bir tutam tuz-karabiber ekledim, çırptım-çırptım-çırptım. Buzdolabından çıkardığım çok tahıllı, çok besleyici, çok sağlıklı ekmekleri çırptığım sütlü yumurtaya batırıp kızartmaya başladım. Osman mutfaktan gelen kahve kokusuyla uyandı. Cilası iyice eskimiş parkelerde terliklerinin çıkardığı sesi duydum.
Osman Berlin’den altı saat önce gelmişti. Yetmiş küsur saat önce olup bitenlerden habersizmiş gibi yapmıştı.

“Çok yorgunum,” deyip yatmıştı. Yatarken bana “Hayalete benziyorsun,” demişti.

Beni sabahın köründe ayakta görünce çok şaşırdı. Ben hem yumurtalı ekmek kızartıyor, hem var gücümle şarkı söylüyordum.

Rüzgâr söylüyor şimdi o yerlerde bizim eski şarkımızı şarkısını söylüyordum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder