10 Nisan 2022 Pazar

Sessizliğin Müziği / Patrick Rothfuss

 

Sessizliğin MüziğiSessizliğin Müziği

Sessizliğin Müziği’nden…

Çark gerçek cevaplarla, sevgiyle ve ocak ışığıyla doluydu. Çok güzeldi.

Auri gülümseyerek yarım mide dolusu suyu taşlara kustu. Sonra tekrar kustu ama bu kez, sular parlak pirinç çarka sıçramasın diye başını çevirdi. Bunun ardından öksürdü, ağzını suyla doldurdu ve gölete geri tükürdü. Pirinç çark Sarı On İki’nin soğuk taşlarında bir yürek kadar ağır duruyordu. Yukarıdan gelen ışık, çarkın yüzeyini parlak bir altın sarısına bürüyordu. Sanki Auri, güneşin bir parçasını derinlerden yüzeye çıkarmış.

Tekrar öksüren Auri ürperdi. Elini uzatıp bir parmağını çarka değdirdi. Ona bakarken gülümsedi. Dudakları mosmordu. Titredi. Kalbi neşe doluydu.

Auri sudan çıktıktan sonra On Iki’nin dibindeki gölete bakındı. Boş yere uğraştığını bilse de Foxen’i yüzeyde tembel tembel yüzerken görmeyi umuyordu.

Hiçbir şeyle karşılaşmadı.

O zaman yüzü asıldı. Suya geri dönmeyi düşündü. Fakat hayır. Sadece Üç defa. İşler böyle yürürdü. Yine de Foxen’i karanlıkta bırakmanın düşüncesi, ta yüreğine kadar inen incecik bir çatlak açmak için yeterliydi. Bunca zaman sonra onu kaybetmek...

Sonra Auri’nin gözüne yüzeyin çok altındaki bir şey takıldı. Bir ışıltı. Bir parıltı. Kız sırıttı. Foxen birbirine dolanmış borulara çarpa çarpa yavaşça yükselirken kocaman, tombul bir ateşböceğinden farksızdı.

Auri beş uzun dakika bekleyerek Foxen’m şişesinin sallana sallana yükselmesini, sonunda da bir ördek gibi yüzeye çıkmasını seyretti. Bunun ardından şişeyi kapıp öptü. Onu bağrına bastı. Evet, işte bu. İşleri usulüne uygun halletmek her şeye değerdi.

Her şey sırayla. Auri öncelikle Foxen’i şişeden çıkardı ve şişeyi duvardaki diğerlerinin yanma bıraktı. Sonra Çınıltı’ya indi ve oradaki çalkantılı sularda durulandı. Cinnas meyvesi ve yaz kokan bir kalıp sabunun incecik kalıntısıyla kendini bir güzel yıkadı.

Saçlarını sabunladıktan, fırçaladıktan ve temizledikten sonra son bir kez durulanmak için Çınıltı’nm uçsuz bucaksız karanlık sularına daldı. Yüzeyin altındayken bacağına bir şey sürtündü. Kaygan ve ağır bir şey hareketli ağırlığını genç kızın bacağına bastırdı. Bu durum Auri’yi rahatsız etmedi. Bacağına değen her ne ise, tıpkı Auri gibi kendine uygun yerdeydi. Her şey tam da olması gerektiği gibiydi.

Tertemiz olan ve saçlarını sıkarak kurutan Auri oradan ayrılırken Onluklar’dan geçti. Bunun en hızlı yol olduğu söylenemezdi ama o pespembe haliyle Bozluklar’dan geçmek yakışık almazdı. Daha uzun yoldan gitmesine rağmen bir köşeyi dönüp Fırmlar’a çıkması uzun sürmedi. Islak ayakları taşları tokatlarken, genç kız Foxen’ı yakındaki çıkık bir tuğlanın üstüne bıraktı, zira dostu fazla ısıdan hoşlanmazdı.

Tünel duvarı boyunca uzanan kaim çelik borular bugün yakınlarında durulmayacak kadar sıcaktı ve hem duvarlar hem de zemin, ısıdan çıtır çıtır edene kadar kavrulmuştu. Auri çıplaklığının herhangi bir parçası, borulardan fışkıran sessiz kızıl kükreme tarafından kızarmasın diye yavaşça kendi ekseninde döndü. Bulunduğu yerin tenini kurutması, incecik saçlarını havalandırması ve buz kesmiş kemiklerindeki ürpertileri pişirmesi yalnızca saniyeler sürdü...

LİNK

9 Nisan 2022 Cumartesi

Aztekler / Yılmaz Aydın

 

AzteklerAztekler

Aztekler’den…

Zengin bir mitoloji ve kültürel mirasa sahip olan Azteklerin, Meksika'da kendilerine yer edindikten sonraki başkentleri, günümüzde Meksika'nın başkenti olan Ciudad de Mexico'nun bulunduğu, Texcoco Gölü'nün ortasında yer alan Tenochtitlan kentiydi. Ciudad de Mexico'nun diğer adı Mexico City'dir.

Kendilerini Meksika topraklarında istemeyen diğer bazı kabilelerce bataklıklara itilen halk daha sonra ayrıntılarına yer vereceğimiz şekilde, yüzlerce yıl sonra kendilerine yurt olacak toprakların efsanedeki işaretlerini gördüklerini öne sürerek, Texcoco Gölü’nün batı kıyısındaki bir adacığa yerleşmişlerdir. Bu olay Aztek takvimine göre "2 ev” yılında gerçekleşmiştir ki, bu Hristiyan takvimine göre 1325 yılına denk gelmektedir.

İşte Aztekler büyük savaşlar ve sürülmelerin ardından nihayet daimi yerleşecekleri toprakları bulmuşlar ve burasını ünlü kent Tenochtitlan olarak inşa etmeye başlamışlardır. (Tenochtitlan adındaki tetl=kaya, nochtli=kaktüs anlamına gelir ve -tlan eki ise yerleşim son eki olarak kullanılır.)

Sarp kayalıklar arasında, sazlıklarla kaplı bitki örtüsünü çoğunlukla söğüt ağaçları ve kaktüslerin oluşturduğu bir adalar topluluğu içinde şekillenen Tenochtitlan’daki bu sulak toprakları kartallar, balıkçıllar, ördekler ve pek çok başka kuşlar birlikte paylaşıyordu. Ne tarım için ne de yaşamak ve kentleşmek için elverişli şartlara sahip olmayan bu bölgede önce küçük bir köy kuran Aztekler, burayı zaman içinde çok görkemli bir kent haline getirmeyi başarmışlardır.

Texcoco Gölü’nün batı yakasındaki topraklarda şehirlerinin ilk temellerini atarak sazlardan ve bataklıktan meydana gelen bu topraklarda yaşamaya başlayan Aztek halkı için çok olumsuz gibi görünen bu doğal ortam, aslında ilk yıllarda beklenmedik avantajlar sağlamıştır. Adanın balık, kuş ve su açısından zengin kaynaklara sahip olması halkın yenilebilir kaynaklar bulmasında önemli bir rol oynamıştır, özellikle tuz yüklü bataklıklar, halkın tarım hayatına geçtiği dönemlere kadar onlar için bol miktarda tarımsal ve hayvansal beslenme sahası sağlamıştır. Fakat tüm bu avantajlarına rağmen bataklıkta yaşam Aztekler için yine de zor olmuş, çözüm olarak bunu kurutup şehir hayatına elverişli daha modern bir ortam oluşturmak için önemli çalışmalar yapmışlardır.

Öncelikle şehirlerini inşa etmek ve bahçeler oluşturmak için yaşadıkları adaya ek olarak suni adalar yapmaya başlamışlardır. Ancak bu hiç de zannedildiği gibi kolay değildi. Çünkü yeni geldikleri bu bataklık alan tarıma kapalıydı, bunun yanı sıra buraya bir kasaba ya da bir şehir inşa etmek için gereken en temel yapı malzemelerinden bile yoksundular. Ayrıca çevrelerindeki adalar savaşçı ve düşman karaktere sahip olan, Culhua, Tepanek ve Acolhua halklarıyla çevrelenmişti.

Yaşadıkları adanın konumu son derece stratejik olduğundan, Aztek yaşlılar konseyi toplanarak yaşayabilecekleri kenti kurmak için gereken taş, odun ve diğer malzemeleri bu güçlü komşulardan birine bağlanarak sağlamayı planladılar. Ancak komşularının kendilerini yeniden eski dönemde olduğu gibi aşağılayacağını düşünmek onları korkutup bu görüşten uzaklaştırdı...

LİNK

8 Nisan 2022 Cuma

Sistem / Karl Olsberg

 

SistemSistem

Sistem’den…

Cantoni soğukkanlılığını korumaya çalıştı. Orlov’un sakallı yüzüne vurma isteğini bastırdı. Onun kendisini kışkırtmasına izin veremezdi. İstasyonun iki çalışanı arasında yaşanacak ciddi bir kavga felaketle sonuçlanabilirdi.

“Yuri, bilgisayarı ben sabote etmedim,” dedi. Bu korkunç itham karşısındaki öfkeli titreyişini tümüyle bastıramıyordu. “Neyin ters gittiğini bilmiyorum, ama bunu yapan ben değilim. Bana inanmak zorundasın!” Orlov’un koyu gözlerinin içine baktı. “Evet, eve, karıma ve çocuklarıma gitmek istiyorum. Fazlasıyla uzun zamandır buradayım. Ama bu yüzden hayatımızı ve istasyonun geleceğini riske atacak değilim! Bunu yapabileceğime gerçekten inanıyor olamazsın!”

Cantoni’nin ilk başta planlanmış olan on üç günden çok daha uzun süredir burada oluşunun nedeni, istasyonun ikinci daimi çalışanı olan Nick Fletcher adlı Amerikalının hastalanıp aslında Cantoni’yi götürecek olan mekikle yeryüzüne dönmüş olmasıydı. Cantoni, Amerikalıların bütçe kısıtlaması yüzünden şu an istasyonun en önemli sponsoru olan Avrupa Uzay Ajansı AUA’yı temsil ettiği için, Görev Kontrol bir sonraki mekiğe kadar Fletcher’ın yerine onun kalmasına karar vermişti.

Herkes onun istasyonda daha uzun süre kalmaya istekli olduğunu düşünüyordu. Cilia bile buna sevinmiş ve onunla gurur duymuştu. Cantoni yutkunup mutluymuşçasına sırıtmaya ve bir sonraki mekiğin onu almak için plan dışı bir şekilde iki ay sonra kalkacağı düşüncesiyle kendini avutmaya çalışmıştı. Ancak Amerikalılar mekiği bir daha fırlatmamış ve planlanan altmış dört gün bu arada yüzün üzerine çıkmıştı. Bir sonraki kalkışın iki hafta içinde olması kararlaştırılmıştı. Cantoni bu defa her şeyin yolunda gitmesi için her gün dua ediyordu.

İstasyonun darlığından, plastik kokusundan, dezenfektan maddelerden ve ter kokusundan nefret ediyordu. Ara sıra dengesini bozan yerçekimsiz ortamdan ve bunun yarattığı kusma isteğinden nefret ediyordu. Dejenerasyona uğrayan kaslarını gerginleştirecek sıkıcı egzersizlerden, günün tekdüze akışından, çoğu zaman ona uğraş terapisi gibi gelen deneylerden nefret ediyordu.

Mutlak ölümcül bir çevreden yalnızca birkaç milimetre kalınlığındaki metal bir tabakayla ayrılıyor olduğu duygusundan nefret ediyordu. Yeryüzündeki çoğu insan, uzay yolculuğunun hâlâ, teknik olarak yapılabilir olanın sınırında dolaşılıp durulan, tehlikeli bir macera olduğundan habersizdi. Başparmağın tırnağı büyüklüğündeki bir meteorit ya da bir parça uzay çöpü, geminin kılıfında yumruk büyüklüğünde bir delik açmaya ve onu oracıkta öldürmeye yeterdi.

Ama en çok bu kaba, cehennem zebanisi Yuri Orlov’ la buraya tıkılmış olmaktan nefret ediyordu. Komutan dünyanın en deneyimli kozmonotlarından biriydi. MİR’ de[4] bile bulunmuştu. Ancak huysuz biriydi ve Cantoni’ den hoşlanmadığını açıkça belli ediyordu. Şimdi bir de paranoyaklaşmıştı ve garip ithamlar savuruyordu; Cantoni’ dense bu durumda sinirlerine hâkim olması bekleniyordu. Oysa profesyonel bir astronot değil, sadece bir biyologdu.

“Kaybol!” diye tısladı Orlov.

“Yuri, ben...”

“Kaybol!” diye haykırdı Rus. “Seni artık burada görmek istemiyorum!”

Buraya kadardı! “Seni ahmak Rus geri zekâlısı!” diye bağırarak karşılık verdi Cantoni. “Bu patron ayaklarınla uzun zamandır sinirlerimi bozuyorsun ve artık sigortalarımı attırmaya başladın! Kendine gel kahrolası! Sırf komutansın diye...”

LİNK

7 Nisan 2022 Perşembe

Büyük Umutlar / Charles Dickens

 

Büyük UmutlarBüyük Umutlar

Büyük Umutlar’dan…

Ablam Mrs. Joe Gargery benden yirmi yaş büyüktü. Beni, “kendi elcağızıyla” büyütmüş olması yüzünden hem kendi gözünde, hem de komşular arasında büyük bir saygınlık kazanmıştı. Küçükken bu “kendi elcağızıyla büyütme” deyiminin ne anlama geldiğini pek kestiremez, bulup çıkarmaya çalışırdım. Ablamın sert, ağır elli olduğunu, benim kadar, kocasının da bu elin tadını tattığını bildiğimden, ikimizin de ablamın “kendi elcağızıyla” büyütülmüş olduğumuzu sanırdım.

Güzel, alımlı bir kadın değildi ablam. Şöylesine ki, Joe Gargery ile de “kendi elcağızıyla” evlenmiş olsa gerek, diye içimden geçirirdim.

Joe sarışın bir adamdı. Düzgün tenli yüzünün iki yanına sarkan sarı büklümlü saçları vardı. Gözleri öyle kararsız bir mavi renkteydi ki, her nasılsa kendi aklarıyla karışmış sanırdınız. Yumuşak başlı, iyi huylu, geçimli, biraz saf, çok sevimli bir insandı. Bir çeşit Herkül gibiydi, hem güçlülükleri hem de zayıflıkları yönünden...

Kara gözlü, kara saçlı olan ablam Mrs. Gargery’nin yüzüyse öylesine kıpkırmızıydı ki, kimi kez kendi kendime, acaba yıkanırken sabun yerine rende mi kullanıyor, diye merak ettiğim olurdu. Uzun boylu, iri kemikliydi. Üzerinde her zaman, kaba bezden yapılma bir önlük bulundururdu. Bu önlük, arkasındaki iki ilmikten geçen bağcıklarla bağlanırdı. Önlüğün üst yanı ise üzerine her zaman topluiğneler, dikiş iğneleri saplanmış olduğu için, dört köşeli, zırha benzer bir göğüslük biçimindeydi. Ablam, hep önünde bu önlükle dolaşmaktan kendine büyük bir övünme payı çıkarır, kocasını da sürekli kınama fırsatı yaratırdı. Bana kalırsa ablam bu önlüğü hiç takmasa da olurdu ya, yok ille takacaksa, akşamları çıkarmasına ne engel vardı, anlayamazdım!

Joe’nun demirci dükkânı evimizin yanı başındaydı. Evimiz de yöremizdeki evlerin çoğunluğu gibi tahtadandı. O akşam koşa koşa eve döndüğümde demirci dükkânını kapanmış buldum. Joe tek başına mutfakta oturuyordu. Joe ile ben dert ortağı olduğumuz için sır ortağıydık da. Kapının mandalını kaldırıp başımı içeri sokar sokmaz tam karşıda, ocağın köşesinde oturan Joe’nun bakışlarıyla karşılaştım. Joe hemen bana bir sır verdi:

“Ablan on, on iki kez çıkıp seni aradı, Pip’ciğim. Şimdi de dışarıda, on üçüncü kezdir seni aramakta.”

“Sahi mi?”

“Evet. En kötüsü gıdıkçı da elinde.”

Bu kara haberi alınca gözlerimi ocaktaki ateşe dikerek yeleğimin düğmelerini burup bükmeye başladım. İçime bir ağırlık çökmüştü. Gıdıkçı diye andığımız şey, ucu mumlu bir kamıştı. Beni tepeden tırnağa gıdıklayıp durmaktan yıpranmış, üstüne cilalıymış gibi bir parlaklık gelmişti.

Joe, “Hop oturdu, hop kalktı,” diye anlatıyordu. “Sonunda gıdıkçıyı kaptığı gibi hışımla dışarı fırladı. Yaa, böyle oldu işte.” Bir maşa aldı, ocağın önündeki parmaklığın arasından közleri karıştırarak o da gözlerini ateşe dikti. “Fırtına gibi fırladı dışarıya, inan olsun. Tam ‘kameti artırdı,’ bu kez.”

“Çok oldu mu gideli?” diye sordum.

Joe’ya hep, iri yapılı bir çocukmuş gözüyle bakar, onu kendime yaşıt tutardım.

Joe başını kaldırıp duraladı. Felemenk işi saate bakarak, “Bu son gidişi beş dakika oluyor Pip’ciğim,” dedi. Sonra, “Geliyor!” diye haykırdı. “Koş kapının ardına, dostum. Köşeye saklan!”

Onun dediğini yaptım. Ablam kapıyı ardına kadar açıp da köşeye bir şeyler sıkışmış olduğunu anlayınca durumu hemen kavradı. Gıdıkçıyı da keşif kolu niyetine ileri uzattı. Sonunda beni tuttuğu gibi kocasından yana fırlattı. Kocasına karşı bir mermi olarak çok kullanırdı zaten beni! Joe ise beni kıvançla yakalayarak hemen ocağın köşesine sıkıştırdı; o uzun, iri bacaklarını önümde siper gibi gerdi.

Ablam tepinerek, “Nerelerde sürttün, beni böyle korkudan, kaygıdan, meraktan çatlatana dek, ha?” diye bağırıyordu. “Söyle diyorum, yoksa bir değil, elli tane Pip olsan, bir değil, beş yüz tane Joe Gargery’nin elinden çeker alırım seni!”

Köşedeki iskemlede büzülmüş oturduğum yerden, yaşlı gözlerimi ovuşturarak, “Mezarlıktaydım,” diye hıçkırdım...

LİNK

6 Nisan 2022 Çarşamba

İki Şehrin Hikayesi / Charles Dickens

 

İki Şehrin Hikayesiİki Şehrin Hikayesi

İki Şehrin Hikayesi’nden…

Haberci, aklında hâlâ aynı mesele, atını sürerken, "Yok Jerry yaa, olmaz!" dedi. "Sana göre değil bu işler hiç Jerry, sen namuslu bir tüccarsın Jerry; sen böyle işler yapmazsın hiç! Dirilen-!,Bahse girerim adam sarhoştu!"

Mesaj aklını öyle karıştırmıştı ki sık sık kafasını kaşımak için şapkasını çıkardı. Kısmen kel olan başının tepesini saymazsak fırça gibi sert ve dik siyah saçları tepeyi aşıp neredeyse geniş ve küt burnuna kadar iniyordu. Tam bir demirci işi gibiydi, saçlı bir baştan çok uzun çivilerle kaplı bir duvarı andırıyordu, öyle ki en iyi birdirbir oyuncuları bile onu tehlikeli bulup üzerinden atlamak istemezdi muhtemelen.

Temple Bar'dan çıkıp mesajı daha yetkili kişilere vermesi için Tellson Bankası'nın önündeki kulübede bekleyen gece bekçisine götürmek üzere yola çıktığında gecenin gölgeleri o mesajdan fırlamışçasına türlü türlü şekiller aldılar, kısrak bile kendisini huzursuz eden bambaşka şeylerin uzantısı olan şekiller görüyordu sanki. Sık sık irkilmesine bakılırsa pek çok gölge vardı yolda.

Bu sırada posta arabası, içindeki üç gizemli yolcusuyla, ağır aksak, sarsıla sarsıla ilerliyordu zorlu yolunda. Gecenin gölgeleri onların o uykulu gözlerine ve düşünceli zihinlerine kim bilir hangi suretlerde görünüyordu.

Tellson Bankası da eksik değildi arabada. Banka yolcusu –yanındaki yolcuya çarpmamak için deri kayışa tutunup araba sarsıldıkça kendi köşesine kaykılarak– yarı kapalı gözlerle başını sallarken, arabanın küçük pencereleri, üstlerine vuran loş lamba ve karşısındaki yolcunun kocaman bohçası bankaya dönüşüyor, ağır bir iş gibi çöküyordu üzerine. Koşum takımlarının sesi para şıkırtısı gibi geliyordu; beş dakika içinde Tellson Bankası'nın yerli yabancı tüm bağlantılarından bile daha fazla suret belirdi bankacının kafasında. Sonra Tellson'da yeraltında bulunan ve kendisinin bildiği (ki bildikleri hiç de az değildi) kasaların ve sırların olduğu özel odalar geldi gözünün önüne; elinde koca anahtarlar ve soluk ışıklı bir mumla odaları dolaştı ve her şeyin son baktığındaki gibi, yerli yerinde ve güvende olduğunu gördü.

Banka da posta arabası da (uyku ilacının etkisindeymiş gibi tuhaf bir ağrıyla birlikte) hep ona eşlik ettiği halde gece boyunca aklından hiç çıkmayan bir şey daha vardı. O aslında birisini mezarından çıkarmaya gidiyordu.

Şimdi ona görünen bunca yüzün içinde, hangisi gömülü kişinin yüzüydü, gecenin gölgeleri söylememişti bunu işte, ama gördüğü yüzlerin hepsi kırk beş yaşlarındaki bir adama aitti, bunları birbirinden ayıran temel şey ifadelerindeki hırs ile o bitkin ve yitik hallerinin korkunçluğuydu. Gurur, hor görme, meydan okuma, inat, itaat, matem birbirini takip ediyordu hep ve tabii çökmüş avurtlar, solmuş benizler, bir deri bir kemik kalmış eller ve parmaklar. Ama yüz aynıydı ve hep bembeyazdı. Uyuklayan yolcu yüzlerce defa hayalete sordu:

"Ne zamandır gömülüsün?"

Cevap hep aynıydı: "Neredeyse on sekiz yıldır."

"Çıkarılmak için ümidin var mıydı Hâlâ?"

"Uzun süre önce tükenmişti ümidim."

"Yeniden dirileceğini biliyor musun?"

"Öyle diyorlar."

"Umarım dirilmek istiyorsundur."

"Bilemiyorum."

LİNK

5 Nisan 2022 Salı

Müşterek Dostumuz / Charles Dickens

 

Müşterek DostumuzMüşterek Dostumuz

Müşterek Dostumuz’dan…

Üzerinde lamba yanan şişeyi alıp duvarda asılı bir kâğıda yaklaştırdı, üzerine BULUNAN CESET başlığı atmıştı polis. İki arkadaş duvara yapışık duran raporu okudular, bu arada onlara lambayı tutan Gaffer da ikisinin yüzlerini okuyordu.

"Zavallı adamın üzerinde sadece belgeleri varmış anlaşılan," dedi Lightvood, gözlerini bulunanların dökümünden bulana çevirerek.

"Sadece belgeler."

Tam o sırada kız elindeki dikişiyle ayağa kalkıp kapıdan çıktı.

"Hiç parası yokmuş," diye devam etti Mortimer; "yelek ceplerinden birinde üç peni varmış sadece."

"Üç. Peni. Yelek cebinde," dedi Gaffer üç cümle kurarak.

"Pantolon cepleri boşmuş ve tersyüz edilmiş haldeymiş."

Gaffer Hexam başını salladı. "Ama hep böyle olur. Gelgit akıntısından mı nedir. Aha," ışığı ötekine benzeyen bir başka kâğıt parçasına tuttu, "adamın cepleri boş ve tersyüz edilmişti. Nah bu da öyle," ışığı bir başkasına götürdü, "kadının cebi boş ve tersyüz edilmişti. Bu da öyle. Bu da. Ben okuma bilmem, gerek de yok, duvardaki yerlerinden biliyorum hepsini. Şu denizciydi, kolunda iki çapa, bir bayrak, bir de GFT dövmesi vardı. Bakın bakalım doğru mu değil mi?"

"Doğru."

"Bu da gri botlu genç kadındı, iç eteğine bir tane haç işlenmişti. Bakın bakalım doğru mu değil mi?"

"Doğru."

"Şunun da gözünün üzerinde çok fena bir yara vardı. Bu, kendilerini eşarpla birbirlerine bağlamış kız kardeşler. Şu da ihtiyar bir ayyaştı, ayağında terlik, başında gece takkesi, sonradan anlaşıldı ki bu, çeyrek şişe rom için suda delik açarım diye iddiaya girmiş, sonra da kalkıp hayatında ilk ve son olarak sözünde durmuş. Az buz kâğıt yok odada, ama ben hepsini ezbere bilirim. Alim sayılırım!"

Işığın kendi alim zekâsına şahadet etmesini ister gibi, lambayı bütün kâğıtların üzerinden geçirdi, sonra masanın üzerine koydu ve arkasına geçip dikkatle misafirlerine bakmaya başladı. Bazı alıcı kuşlara has bir özelliği vardı; kaşlarını çattığında, çitişmiş başı iyice dikiliyordu.

"Bütün bunları sen kendin mi buldun?" diye sordu Eugene.

Alıcı kuş bu soruya cevaben, "Sizin adınız neydi acaba?" diye sordu kelimeleri uzatarak.

"Arkadaşım Bay Eugene Wrayburn," diye araya girdi Mortimer.

"Bay Eugene Wrayburn, öyle mil Acaba Bay Eugene Wrayburn bana ne sormakta?"

"Basit bir soru, bütün bunları tek başına mı buldun?"

"Basit bir cevap, çoğunu."

"Bu vakalarda, boğulma öncesi şiddet ve soygun olduğunu düşünüyor musun?"

"Bunu hiç düşünmüyorum," dedi Gaffer. "Ben öyle düşünen tiplerden değilim. Siz de ömrünüzün her günü, geçiminizi nehirden çıkarmak için debelenseydiniz, siz de düşünmeye fazla merak sarmazdınız. Sizi geçireyim mi?"

Lightwood'un başıyla onaylaması üzerine kapıyı açtığında, hayli solgun ve bizar olmuş bir yüz kapıda belirdi - aşırı gergin bir adamın yüzü.

"Kayıp ceset mi var?" diye sordu Gaffer Hexam, olduğu yerde durarak; "yoksa bir ceset mi bulundu? Ha?"

"Ben kayboldum!" dedi adam telaşlı ve sabırsız bir tavırla...

LİNK

4 Nisan 2022 Pazartesi

Oliver Twist / Charles Dickens

 

Oliver TwistOliver Twist

Oliver Twist’ten…

Bu pohpohlanmadan besbelli pek hoşnut kalan yazman, “Ne demezsin Mrs. Mann, olabilir, olabilir!” diye yanıtladı. Bardağındaki içkiyi bitirdi ve sonra, “Oliver artık bu çiftlikte kalacak yaşı geçtiği için yönetim kurulu onu geri almaya karar verdi; ben de onu alıp götürmek için kendim geldim. İşte böyle... Onu hemen çağır bakalım,” diye ekledi.

Mrs. Mann, “Şimdi getiririm,” diyerek dışarı çıktı. Bu arada yüzünü ve ellerini kaplayan kir kabuğunun ilk yıkayışta çıkabilecek kadarını çıkarmış olan Oliver da cömert ve sevecen koruyucusu tarafından odaya getirildi.

“Beyefendiyi bir selamla, Oliver.”

Oliver, yarı koltuktaki yazmana, yarı masa üzerindeki kokartlı şapkaya doğru eğilerek selam verdi.

Mr. Bumble oldukça tumturaklı bir sesle, “Benimle gelir misin Oliver?” diye sordu.

Oliver tam, kiminle ve nereye olursa olsun gitmeye yürekten razı olduğunu söylemek üzereydi ki başını kaldırınca yazman beyin arkasında dikilen Mrs. Mann’a gözü ilişti. Kadın öfkeli bir yüzle kendisine doğru yumruğunu sallamaktaydı. Oliver onun ne demek istediğini hemencecik kavradı, çünkü bu yumruk gövdesine o kadar çok inmişti ki belleğinde de iz bırakmamasına olanak yoktu.

Zavallı Oliver çiftçi kadını kastederek, “O da gelecek mi benimle?” diye sordu.

Mr. Bumble, “Yazık ki gelemez,” diye yanıtladı. “Ama seni ara sıra görmeye gelecektir.”

Bu Oliver için büyük bir müjde sayılmazdı. Yine de çocuk yaşının küçüklüğüne karşın büyük bir üzüntü numarası yapacak kadar akıllıydı. Gözlerinden yaş fışkırtmak da onun için büyük bir beceri değildi. Canınız ağlamak istiyorsa açlık ve az önce yediğiniz dayak size en büyük yardımcı olur. Böylece Oliver da büyük bir rahatlıkla ağlamaya başladı. Mrs. Mann ona yüzlerce öpücük ve bir de çocuğun öpücükten çok gerek duyduğu bir şey, yani bir dilim tereyağlı ekmek verdi. Çocuğun yoksullar evine döndüğünde pek aç olmamasını istiyordu.

Böylece elinde bir ekmek dilimi, başında o küçük yetimhane kasketi, Oliver, Mr. Bumble ile birlikte bu düşkünler yuvasından ayrıldı. Bu çatı altında geçirdiği çocukluk yıllarının karanlığını ne tatlı bir söz ne de candan bir okşayış aydınlatmıştı. Yine de çit kapısı arkasından kapandığında Oliver’ın içi çocuksu bir üzüntüyle burkuldu. Ardında bıraktığı yoksulluk ortakları gerçi pek zavallı kimselerdi ama Oliver onlardan başka arkadaş bilmemişti ki! Koca yeryüzünde yapayalnız olduğunu çocuk şu anda ilk kez kavradı ve bu duyguyla yüreği dağlandı.

Mr. Bumble uzun uzun adımlarla ilerliyordu. Onun sırmalı kol yenini sımsıkı kavramış olan Oliver da yanı başında koşar adım gidiyor ve her yüz adımda bir, “Artık yaklaştık mı?” diye soruyordu. Bu sorulara Mr. Bumble gayet kısa ve ters yanıtlar veriyordu, çünkü şekerli cinin verdiği geçici yumuşaklık artık uçup gitmiş ve Mr. Bumble gene bir kilise yazmanı olmuştu.

Oliver yoksullar evinin çatısı altına geleli daha çeyrek saat olmamış ve ikinci dilim ekmeği ancak gövdeye indirmişti ki onu yaşlı bir kadına teslim etmiş olan Mr. Bumble geri geldi ve o akşam “idare kurulu”nun toplantı gecesi olduğunu, kendisinin de hemen “idare”nin huzuruna çıkması gerektiğini haber verdi.

“İdare” denilince, çiftlikte kullanılan ve “idare lambası” denilen küçük gaz lambalarını anlayan ve böyle bir kurulun nasıl bir şey olabileceği konusunda açık ve kesin bir düşünce üretemeyen Oliver, bu haber karşısında şaşırdı ve gülsün mü ağlasın mı bilemedi. Neyse ki sorun üzerinde fazla kafa yoracak zamanı da olmadı çünkü Mr. Bumble onu uyandırmak için bastonuyla kafasına, canlandırmak için de arkasına vurup kendisini izlemesini buyurarak geniş, beyaz badanalı bir odaya götürdü. Burada bir masa çevresinde sekiz-on şişman beyefendi oturmaktaydı. En başta, ötekilerden daha yüksekçe bir koltukta, hepsinden daha şişman, yusyuvarlak, kırmızı yüzlü bir bey vardı.

Mr. Bumble, “İdare kurulunu selamla,” dedi.

Oliver gözlerindeki iki-üç damla gözyaşını sildi ve tavandaki bir avizeden başka “lamba” görmediği için şans eseri bunu selamladı.

Yüksek koltuktaki bey, “Adın ne, çocuk?” diye sordu.

Oliver karşısında bu kadar çok beyefendi görünce korkudan titremeye, yazmanın bastonu gene arkasına inince de ağlamaya başlamıştı. Bu iki neden yüzünden yanıtı çok alçak ve tereddütlü bir sesle çıktı. Bunun üzerine beyaz yelekli bir beyefendi ona geri zekâlı olduğunu söyledi ki moral verip rahatlamasını sağlamak için bundan daha iyi bir yol olamazdı...

LİNK

3 Nisan 2022 Pazar

Perili Ev / Charles Dickens

 

Perili EvPerili Ev

Perili Ev’den…

Daha sonra bu özel açıklamanın kendisine Sokrates’in ruhu tarafından gecenin bir yarısı yapıldığını söyledi. “Dostum, umarım iyisinizdir. Bu yolcu vagonunda iki tane var. Nasılsınız? Burada on yedi bin dört yüz yetmiş dokuz ruh var, fakat siz onları göremezsiniz. Pisagor burada. Kendisi bunu söyleme özgürlüğüne sahip değil, ama yolculuktan hoşlandığınızı umuyor. Aynı şekilde Galileo da bilimsel zekâsıyla aramıza katıldı. ‘Seni gördüğüme sevindim amico. Come sta? Su yeterince soğuduğunda donar. Addio!’ diyor.”

Ayrıca gece boyunca şu olaylar da meydana gelmişti: Piskopos Butler, ismini “Bubler” olarak telaffuz etmekte ısrar edince yazım ve ahlak kurallarına aykırı davrandığı ve huysuz biri olduğu gerekçesiyle geldiği yere gönderildi. Kasıtlı bir gizem yarattığı kuşkusunu uyandıran John Milton, Yitik Cennet’i kendisinin yazdığını inkâr etmiş ve bu şiirin Grungers ve Scadgingtone adlarında tanınmamış iki kişi tarafından ortaklaşa yazıldığını iddia etmişti. Ve İngiltere Kralı John’ın yeğeni Prens Arthur, Bayan Trimmer ve İskoç Kraliçesi Mary’nin gözetimi altında kadife boyamayı öğrendiği yedinci çemberin içinde oldukça rahat olduğunu açıklamıştı.

Bana bu açıklamaları yapan beyefendi farkında mıydı bilmem ama yükselen güneşin görüntüsünü ve sonsuz evrenin muhteşem düzenini düşünmeye başlamıştım artık ve anlattıklarından sıkıldığımı itiraf edersem beni bağışlayacağından emindim. Kısacası, bu konudan o kadar çok sıkılmıştım ki, bir sonraki istasyonda trenden inip bu sıkıcı lafları dinleme yerine gökyüzünün temiz havasını solumak beni son derece sevindirdi.

Trenden indiğimde dışarıda güzel bir hava vardı. Altın sarısı, kahverengi ve kızıl renkli ağaçlardan dökülen yaprakların arasında yürür ve etrafımdaki yaradılış harikalarına bakıp bu harikaları ayakta tutan sağlam, değişmez ve uyumlu yasaları düşünürken, adamın ruhlarla ilgili sohbeti bana bu dünyanın şimdiye dek gördüğü en sefil yolculuk hikâyesi gibi geldi. Kafamdan bu barbar düşünceler geçerken, ev görüş alanıma girdi ve evi dikkatlice incelemek için durdum.

Yaklaşık iki dönümlük, insanı hüzünlendirecek derecede bakımsız, kare şeklinde bir bahçenin ortasında tek başına yükselen bir evdi. II. George döneminden kalmaydı; Georgelar’ın dördünün de sadık bir hayranı tarafından arzulanabilecek kadar katı, soğuk, ciddi ve zevksiz bir görünümü vardı. İçinde kimse oturmuyordu, ama son bir iki yıl içinde, yaşanılabilir hale gelmesi için ucuz bir onarımdan geçmişti.

Ucuz diyorum, çünkü onarım sadece yüzeysel yapılmış ve renkleri canlı olsa da boyası ve sıvası çürüyüp dökülmeye başlamıştı. Bahçe duvarına yaslanmış orantısız bir tahtanın üstünde evin uygun koşullarla ve mobilyalı kiraya verileceği yazılıydı. Ev hemen yanındaki ağaçlar nedeniyle gölgede kalmıştı ve özellikle, ön pencerelerinin önünde oldukça hüzünlü bir hava yaratan, yer seçimi hatalı, altı uzun kavak ağacı vardı.

Bu evin insanların uzak durduğu bir ev olduğunu anlamak zor değildi. Evden yarım mil ötedeki bir köy kilisesi kulesinin çevresinde oturan köylülerin de uzak durduğu, hiç kimsenin satın almayacağı bir evdi bu. Doğal olarak bundan çıkan sonuç, evin perili ev olarak ünlendiğiydi.

Gündüz ve gecenin yirmi dört saatlik zaman diliminin hiçbir bölümü sabahın erken saatleri kadar özel değildir benim için. Yazları genellikle erken kalkarım ve kahvaltıdan önce günlük işlerimden birini yapmak için odama çekilir, etrafımdaki sessizlik ve yalnızlıktan da en çok bu anlarda etkilenirim. Uyuyan tanıdık yüzlerle çevrilmiş olmanın verdiği berbat his bir yana –sevdiğimiz ve bizi seven insanlar, varlığımızdan tamamıyla habersiz, duygusuz bir halde ve bir gün hepimizin gideceği o gizemli dünyanın bekleyişi içindedirler– askıya alınmış yaşamlar, dünle kopan bağlar, terk edilmiş koltuk, kapanmış kitap, ya da yarıda bırakılmış bir iş, hepsi ölümü çağrıştırır bize...

LİNK

2 Nisan 2022 Cumartesi

Antikacı Dükkanı / Charles Dickens

 

Antikacı DükkanıAntikacı Dükkanı

Antikacı Dükkanı’ndan…

Burada şunu hemen kaydedelim ki, ev ve aile muhabbeti diye hoş ve cazip bir şey varsa.

bu daha ziyade, fakirlerin evinde görülen bir peydir. Zengin ve mağruru evine bağlıyan bağlar, yeryüzünün mahsulüdür; fakat fakiri, mütevazı olacağına bağlıyan halkalar, sâf madenden yapılmış olup gökyüzünün damgasını taşır. Nesebi yüksek insanlar, tevarüs ettikleri konaklan ve araziyi .kendilerinin bir parçası, doğuşlarının ve nüfuzlarının birer ganimet ve bergüzarı telâkki eder. Halbuki, fakirin kendinden evvel başkalarının işgal ettiği, yarın da yabancıların işgal edeceği kulübesine karşı gösterdiği muhabbetin kökleri, daha sâf bir toprağa derinden bağlıdır. Fakirin ev Tanrıları altın, gümüş ve mücevherat değil: et ve kemiktendir. Kalbindeki muhabbetten başka varlığı yoktur. Eskiye, meşakkate ve kıt gıdaya rağmen; çıplak duvar ve döşemelerini sevdiği nispette, ev ve aile sevgisini Tanrıdan alır, ve kaba kulübesi mukaddes bir yer olur.

Milletlerin mukadderatını ellerinde tutanlar, bütün millî meziyetlerin yuvası olan evlerine bütün kalbleriyle bağlı olan insanların sosyal terbiyenin kaybolmaya mahkûm olduğu kalabalık izbelerde yaşamalarının ne kadar müşkül bir şey olduğunu düşünecek olur, gözlerini geniş caddeler ve büyük binalardan çevirip arasından ancak sefaletin geçebileceği ara sokaklardaki zavallı meskenlerin ıslahına çalışacak olursa; mütevazı birçok çatı, suçlar, cürümler, müthiş hastalıklar arasında gururla yükselen en yüksek kilise kulesinden ziyade -gökyüzüne işaret ederdi. Bu hakikat, senelerden beri, her gün fabrikalardan, hastanelerden, cezaevlerinden yükselip durmuştur. Bu ehemmiyetsiz: bir mesele, âdi işçinin lüzumsuz bir feryadı, küçümsenecek bir rahatlık arzusundan ibaret değildir. Bir memleketin yükselmesi ev ve aile muhabbetine bağlıdır. Büyük ihtiyaç zamanlarında», hakiki vatanseverler; ormaniyle, deresiyle ve toprağın verdiği mahsulleriyle, sahiboldukları araziye tapanlar mı; yoksa koca ülkede bir avuç toprağa olmıyanlar mıdır?

Kit’in bütün bu meselelerden haberi yoktu, O yalnız, eski evinin pek fakir olduğunu ve yenisinin ona hiç benzemediğini biliyor; bununla beraber; eskisini daima minnettar bir memnunluk ve muhabbetli bir endişe ile zihninden çıkarmıyor; annesine bay Abel vasıtasiyle mektup yazıyor ve yine onun cömertliği sayesinde zarfın içine bir iki şilin koyup gönderiyordu.

Bazan; evinin civarında bulunacak olursa, annesine uğrıyacak zaman buluyor; annesi bun» ziyadesiyle memnun olup iftihar ediyor; Jacop ile küçük kardeşi gürültülü bir sevinç tezahürü gösteriyor; Abel villâsının söylenmekle bitmiyen ihtişam ve debdebesini canı gönülden dinliyen bütün aile efradının samimî tebriklerine payan olmuyordu.

Her ne kadar Kit’in arası ihtiyar bay ve bayan Garland, bay Abel ve Barbara ile çok iyi ise de, ailenin hiçbir ferdinin, dünyanın en inatçı ve dik kafalı mahlûku olan midilli kadar ona karşı hususi bir muhabbet ve bağlılık göstermediği

de bir hakikatti. Bu inatçı hayvan onun elinde dünyanın en mazlum ve uysal hayvanı kesiliyordu.

Kit’in elinde gittikçe mücessem bir terbiye kesilen midilli — sanki onu her hal ve surette aile içinde tutmak azminde imiş gibi — ondan başka herkese karşı ele, avuca sığmaz bir hal almıştı. Hattâ gözdesinin elinde bile, bazan türlü tuhaflık ve yaramazlıklar yapan midilli, ihtiyar hanımının sinirine dokunuyordu. Fakat Kit daima bunun bir oyun ve efendilerine karşı olan sevgisinin bir ifadesi olduğunu söylediği için, bayan Garland yavaş yavaş, bu kanaati kabul etmeye mecbur oldu. O kadar ki, midilli bu şaklabanlıkları esnasında arabayı devirecek olsa, yaşlı bayan onun bunu iyi niyetle yaptığına hükmedecekti.

Seyislik işlerinde kısa bir zamanda usta kesilen Kit, aynı zamanda zararsız bir bahçıvan, ev içinde elinden iş gelen bir insan, her gün biraz daha itimat ve takdirini kazandığı bay Abel’in pek lüzumlu bir hizmetkârı olmuştu. Noter, bay Witherden bile, ona dost gözü ile bakıyor; hattâ Chuckster bile ona başını çevirip bakarak aşinalık gösteriyor; yahut lütuf ve lâtifeyi mezceden bir başka surette selâm veriyordu.

Bir sabah Kit, arasıra yaptığı gibi, bay Abel’i araba ile noterin yazıhanesine bırakmış ve arabayı civardaki bir ahıra çekmek üzere bulunuyordu. Tam bu sırada Chuckster kapıya çıktı ve midilliyi korkutup insanların hayvanlar üzerindeki hâkimiyetini ispat için, hecenin üzerine basarak: 'Hooooy” diye bağırdı... 

1.Kitap

LİNK

2.Kitap

LİNK

1 Nisan 2022 Cuma

Bir Noel Şarkısı / Charles Dickens


Bir Noel ŞarkısıBir Noel Şarkısı

Bir Noel Şarkısı’ndan…

Görüşlerinde ısrar etmenin işe yaramayacağını açıkça gören adamlar yazıhaneden ayrıldılar. Kendine olan hayranlığı daha da artan Scrooge, her zamankinden daha alaycı bir ruh hali içinde işinin başına döndü.

Bu arada sis ve karanlık o kadar artmıştı ki ellerinde meşalelerle kimi insanlar, atların çektiği arabalara yol göstermek için koşturup durmaktaydı. Homurtulu eski çanının gotik bir pencereden gizlice Scrooge’u seyrettiği eski bir kilise kulesi görünmezleşti ve gerek saat başlarını gerekse çeyrekleri bulutların içinden, buz gibi soğuktan dişleri takırdıyormuşçasına titrek seslerle vurdu. Soğuk şiddetini artırdı. Anayolun köşesinde, işçiler gaz borularını onarıyorlardı. Bir varilin içinde kocaman bir ateş yakmışlar, giysileri perişan adamlar ve gençler etraflarına toplanmış, ellerini ovuşturup gözleri mutluluktan ışıldayarak ısınmaya çalışıyorlardı. Yalnızlığa terk edilmiş çeşmeden akan sular donup kalmış, tehlikeli buzdan saçaklara dönüşmüştü.

Çobanpüskülünden yapılma yeni yıl takları ve süsleri vitrinde parıldayan ışıklar altında yanıp sönüyor, o sırada önlerinden geçen solgun yüzleri de kırmızıya boyuyorlardı. Kasap ve manavların işleri öylesine muhteşem bir eğlenceye dönüşmüştü ki satış ve pazarlama işinin sıkıcılığıyla, bu tantanalı şölenin uzaktan yakından bir ilişkisi olabileceğine inanmak güçtü. Belediye başkanı, görkemli resmi ikametgâhının elli aşçısı ve hizmetkârına, Noel’in bir başkanın evine yaraşır bir şekilde karşılanması için emirler vermişti. Daha bir hafta önce sokaklarda sarhoş gezdiği için beş şilin ceza kestiği terzi bile, sıska karısı kucağında çocuğuyla et almaya çıkmışken tavan arasındaki evinde Noel tatlısını karıştırmaktaydı.

Sis artıyor, hava daha da soğuyordu. Delip geçen, ısıran, iliklere işleyen bir soğuktu bu. İyi yürekli Aziz Dunstan bile eğer o şeytan ruhlunun burnunu bildik silahlarla değil de bu soğukla kırmaya kalksaydı, kesinlikle ezip geçerdi onu. Bu sırada soğuğun, bir köpeğin önündeki kemikleri kemirmesi gibi küçük burnunu kemirip durduğu gençten biri, Scrooge’un anahtar deliğine doğru eğilip bir Noel şarkısı mırıldanmaya başladı. Daha “Tanrı seni korusun mutlu efendi, elem keder vermesin hiçbir şey...” dizelerini mırıldanmıştı ki; Scrooge cetveli öyle bir kaptı ki şarkıcı dehşet içinde kaçarak anahtar deliğini sise ve hatta daha cana yakın görünen soğuğa terk etti.

Sonunda yazıhaneyi kapatma vakti geldi. Scrooge taburesinden isteksizce kalktı ve bu gerçeği hücresinde umutla bekleyen kâtibe ciddiyetle itiraf etti. Kâtip anında mumunu söndürüp şapkasını giymişti.

“Yarın, bütün bir gün tatil yapmak istersiniz sanırım?” dedi Scrooge.

“Eğer sizin için de uygunsa efendim.”

“Hayır uygun değil,” dedi Scrooge. “Ve adil de değil! Bu durumda yevmiyenin yarısını kessem, kendini sömürülmüş hissedersin, değil mi?”

Kâtip belli belirsiz gülümsedi.

“Ama hiçbir şey yapmadığınız bütün bir günün hak edilmemiş ücretini ödediğimde ben sömürülmüş olmuyor muyum?” diye söylendi Scrooge.

Kâtip, bunun senede sadece bir gün olduğunu belirtti.

“Her 25 Aralık’ın adam soyma günü sayılması için hiç de iyi bir mazeret değil bu” dedi Scrooge, ceketinin düğmelerini çenesine kadar iliklerken. “Fakat sanırım sana tam gün izin vermem gerekiyor. Ertesi sabah erkenden burada olun!”

Kâtip erken geleceğine dair söz verdi ve Scrooge homurdana homurdana çıktı. Dükkân anında kapandı ve kâtip uzun uçları belinden iyice aşağıya sarkmış beyaz atkısıyla (çünkü bir pardesüye sahip olma bahtiyarlığına erişememişti) Cornhill’deki bir yokuştan, çocukların oluşturduğu bir sıranın kuyruğuna takılıp Noel’in hatırına yirmi kez buz tutmuş bir yoldan kaydıktan sonra Camden Town’daki evine, bir an önce körebe oynayabilmek için elinden geldiğince hızlı koştu...

LİNK