20 Ekim 2018 Cumartesi

Handan / Halide Edip Adıvar

Handan

Handan'dan...

Handan babasına doğru kemal-i sükûnetle yavaş yavaş ilerledi ve onun dizine dayandı. Büyük, ciddi gözünü benden hiç ayırmıyordu. O zamanki hayatımda en parlak hatırladığım Handan’ın ince vücudu, solgun ve yuvarlak çehresi, gözlerinin birer açık Mekke taşı parlaklığı ve onları birer badem gibi şakaklarına doğru çeken sıkı örgüleri idi. Gözlerindeki manayı delmek kabil olamadı. Bilmem ne kadar, korkak, bekledim. Fakat birdenbire eğildi, kollarını boynuma attı. İşte bu küçük kolların boynuma atılışı kalbimdeki yetim sefaleti tamamen sildi ve ilk busemizle kalbimiz birbirinin oldu. İşte o günden beri küçük büyük, Handan’ın ruhundaki bütün değişikliklere şahit oldum. Handan ta dünyayı görebildiğim zamandan beri tahassüs tarzlarıma bile o kadar hâkim olmuş, o kadar benliğimin her zerresine sarılmış, o kadar şahsiyeti ile şahsiyetime istediği rengi ve şekli vermiştir ki, âdeta bende onun bir resmi yaşar ve çok zaman bazı şeyleri görüp işiten Handan mı, ben mi bilemem.
Ertesi gününden Handan’la beraber ders odasına geçtim. Bu, duvarlarına kadar mürekkep sıçramış, masası, sandalyeleri aşınmış sevgili odadan ne kadar çehreler geldi geçti. Sakallı, sakalsız, sarıklı Kuran ve Arabi hocaları; bazen çılgın, hoppa, bazen kuru ve korkunç İngiliz mürebbiyeleri; Ermeni, Macar, İtalyan daha bilmem ne cins musiki hocaları! Biz dört çocuk hep aynı hocadan aynı tahsili görüyorduk, fakat Handan hepimizi arkada bıraktı. Bugün bizim tahsilimizi kazısan bir lisan, biraz da edebiyat bulursun. Fakat Handan öyle değildi. Onda öğrenmek bir ihtirastı. Bilmek, daima bilmek, yalnız kitaplarda değil, tabiatta, insanlarda her şeyi, görünmez şeyleri bilip anlamak için onda ebediyen susamış bir dimağ vardır. Fakat âlim kadınların kuru dimağı değil, Refik. Onda bildiği şeyleri seven, derâguş eden bir şefkat, bir kadın kalbi vardır. Ağaç, nebat, deniz, yıldız, insan ve hayvan, o kadar bildiği şeyleri ruhunda seven bir derâguş içinde saklar.
Bir iki lisan öğrenip biraz piyano çalıp çekildikten sonra onun öğrenmek iştiyakı her gün daha şiddetle artıyordu. Ona daha âlim, daha yüksek hocalar tutuyorlardı. Ve en nihayet en son hocası da zavallı Nâzım oldu. Musiki, edebiyat, felsefe, içtimaiyat, daha bilmem ne hep onunla ikmal etti. Nâzım, Handan’ın hayatında bir his, efkâr ve sanat mürebbisi olarak da kalmadı, daha ileri gitti. Elem mürebbisi, hayat mürebbisi oldu. Handan’ın hayatında Nâzım’a taalluk eden kısımlara geldiğim zaman birçoğunu da Handan’ın o zamandan kalan mektuplarıyla nakledeceğim.
Handan’ın erkekten kaçmak zamanı geldiği vakit alelade, bizim gibi kaçmadı. Teyzem taassubun bütün şiddeti ile çocuklarını en eski dostlarından, hatta akrabadan kaçırırken Handan babasının birçok dostlarıyla hâlâ oturur, konuşurdu. Bunların çoğu ihtiyar ve muhterem adamlardı. Fakat Handan onları pek iyi anlardı; hepsiyle ayrı ayrı pek iyi dosttu. İhtiyar birtakım efendiler vardı ki, geldikleri zaman Cemal Bey’den evvel Handan Hanım’ı sormaları tabii bir hâl olmuştu. Sanki Handan bunların yaşanmış yaşanmamış bütün rüyalarını, hülyalarını anlamış, yaşamıştı; o kadar onların bütün hayatlarına iştirak eden bir ciddiyetle onlarla dosttu ve bunlar arasında en çok dostu da Selim Bey’di.
Selim Bey’in senelerden beri yalnızca evini idare eden bir ihtiyar teyze ile yaşadığını belki bilirsin. Maltepe’de uzak bir köşkün silkit kucağında sessizce yaşar. Etrafında birçok, rüyaları solmuş ihtiyarlarla rengin rüyalı gençler ve musikişinaslar vardır. Gömülmüş hülyaları, gayeleri olanlarla yeniden sanat, şiir ve hayat binaları kurmak isteyenler en tabii vatanlarını 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder