28 Kasım 2020 Cumartesi

Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek - 70'li Yıllarda Hayatımız / Ayfer Tunç

 


Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek - 70'li Yıllarda Hayatımız'dan...

60’ları bilemem, ama 70’lerde çocuk olmanın en güzel tarafı, özgürlük duygusuydu. Gerçi bunun anlamını bilmiyorduk, çünkü bütün arsalar, bahçeler, sokaklar, parklar, deniz kenarları bizimdi. İstediğimiz zaman gider, oynar, gelirdik. Bunun bir tür çocuk özgürlüğü olduğunu, arsalar ve yangın yerleri binalarla dolduktan, geniş, serin bahçeli evlerin yerini apartmanlar aldıktan, sokaklar arabaların egemenliğine terk edildikten sonra, büyüyünce anladık. Meğer şanslıymışız, çünkü özgürmüşüz.

70’li yıllar, özellikle küçük şehirlerde bahçeli evlerle apartmanların berabere kaldığı bir dönemdi. Zaman, bahçeli evlerin aleyhine işledi. O yıllarda hayatımıza giren televizyon dilimize de yeni kelimeler sokmuş ve böylece kolektif bir hayata gönüllü olarak katılmıştık. “Domates güzeli” olarak tanıdığımız Ayşen Gruda’nın televizyon aracılığıyla yayılan esprilerinden biri olan “apartıman çocuğu, poroblemli çocuk” tanımlaması, anlaşılır bir şeydi. O sıralar sadece gülmekle yetindiğimiz bu esprinin anlamını da büyüyünce kavradık, hayatımızdan bütün bahçeli evler çekilince.

İster apartmanlarda, ister bahçeli evlerde yaşasınlar, tüm çocuklar için sokağa çıkmak deyimi vardı. Hâlâ var, ama sokaklar çok değişti, üstelik eskisi gibi güvenli de değil. Sokağa çıkmak tanımlanmış bir özgürlüğe adım atmak demekti. Okuldan gelince sokağa çıkılır, akşam olup hava kararana, anneler yemeğe çağırana kadar, kan ter içinde sokakta oynanırdı. Yaz tatillerinde sokağa çıkmak ise, bütün bir günü sokakta geçirmek demekti.

O zamanlar iki türlü anne vardı. Birincisi “gelenekçi” anneler, ikincisi “modern” annelerdi. Gelenekçi anneler de ikiye ayrılırdı. “Gelenekçi-iyi anneler” ve “Gelenekçi-kötü anneler.” Gelenekçi iyi-anne çocuğun, çocukluğun ne demek olduğunu bir tür içgüdü ile bilir, çocuğunu uzaktan kollar, rahatsız etmez, çok terlediğini fark edince usulca gelip sırtına tülbent veya havlu koyar, reçelli ekmek hazırlayıp verirdi. Gelenekçi-iyi annelerin gözleri çocuklarının üstünde olurdu, ama belli etmezlerdi...




27 Kasım 2020 Cuma

Şarkını Söylediğin Zaman / İnci Aral

 


Şarkını Söylediğin Zaman'dan...

Zaman, içinde yaşadığımız bir akarsudur, bizi alıp ya ileriye doğru götürür ya da boğup öldürür, diye yazdı Ayşe, tezinin masanın üstüne dağılmış sayfalarından birinin yan boşluğuna. Bu sözün bir yerden mi aklında kaldığına yoksa kendi görüşü mü olduğuna karar veremedi ama önemi yoktu. Zaman; olaylar, adlar, tarihler ve ayrımlarla, varlığını durmadan hatırlatarak karşı konulmaz ama basit bir biçimde akıyordu. İnsanın kendini bu akışa karşı savunmasının yolu yoktu.

Az önce lavabonun aynasında gözlerinin çevresinde oluşmaya başlayan ilk çizgileri keşfetmişti. Parmağını yazdığı cümleyi oluşturan harflerin üzerinde gezdirdi, sözcüklerin elinin altında yumuşayıp solduklarını gördü.

Tez hocasının fakültedeki odasındaydı. Gereksiz büyüklükteki pencereden bahçenin bir bölümü görünüyordu. Puslu, gri bir gün. Kendini işine verdiği böyle günlerin öğleden sonraları daha çabuk geçiyordu. Az önce kütüphaneden dönmüştü. "Medya ve Popüler Kültür" konulu çalışması için belge toplamak zor değildi ama yazmak sıkıcı ve yorucuydu. Bildik şeylerin gündelikten çıkıp hayatın bütün alanlarını içine alacak biçimde dallanıp budaklanması bu işin üstesinden gelip gelemeyeceği konusunda kuşkular uyandırıyordu kafasında. Er geç olacaktı, biliyordu; kaygısı, bilinen bir konuda yazmanın kolaylığıydı. Baş etmesi gereken buydu. Üstelik bu tür çalışmalar yaratıcılığa imkan vermiyordu. Veriler elinin altındaydı ama sonuç olarak özgün, yeni bir şey çıkmayacaktı ortaya. Vazgeçmeme nedeni ise hocasıydı: Necla Güneren.

Amatör bir Türk sanat müziği topluluğundan tanışıyorlardı onunla. Önceki yıl ayda ya da on beş günde bir uygun bir lokalde toplanıp müzik yapıyorlardı. Daha küçük grupların bazen evlerde de bir araya geldiği oluyordu. O sıralar pek samimiyetleri yoktu ama her nasılsa bu zarif kadının ilgisini çekmiş, ısrar ve desteğiyle fakültede görev almıştı. Birlikte çalışmaya başladıktan sonra ise birbirlerini sevmişlerdi. Aralarında incelikli bir bağ vardı. Doktora yapması için ısrar eden, tez konusunu belirleyen de Necla'ydı. Ayşe, kendisine yerinde saymama şansı veren, gelecek için umut kapısı açan bu kadına büyük saygı duyuyordu.

Umut? Bir yere kadar tabii. Necla'nın da aşamadığı engeller vardı çünkü. Kurum öteden beri sağ yapılanmaların kalesi olmuştu. Asıl sorun ise yeteneksiz hırslıların köşe başlarını kaptığı ortamda iyi ve temiz kalmaktı.

Gölgesiz, içten, art niyetsizdi Necla ve doğal olarak bu tavır Ayşe'ye de yansıyordu. Tıpkı onun gibi açık sözlü, boyun eğmez ve hakkını savunmada inatçıydı. Yetenek ve çalışkanlığın değil, siyaset ve grup çıkarlarının gözetildiği bir devlet üniversitesinde geri plana itilmeye razı olmayan, öğrenciler tarafından sevilen bir yardımcı bulmak kolay değildi. Dedikodu, ayak kaydırma oyunları ve küçük hesaplar...




26 Kasım 2020 Perşembe

Safran Sarı / İnci Aral

 


Safran Sarı'dan...

Akşam, Londra'dan döndüğünde kendisinin sanarak alıp eve getirdiği valizin bir başkasına ait olduğunu gece geç vakit, açtığında fark etmiş, içindeki eşyayı bir sapığın tutkulu dikkatiyle incelediği halde sahibinin kimliğiyle ilgiline bir bilgi bulabilmişti ne de işe yarar bir ipucu.

İşaretler valizin genç bir kadına ait olduğunu gösteriyordu. Sade, iyi kalite dış giyimle baştan çıkarıcı iç çamaşırlar çekici bir karşıtlık oluşturuyordu. Otuz sekiz beden koyu kahve kaşe bir pantolon, biri beyaz biri pembe iki gömlek, açık lila ren­gi dantelli bir sütyen g-string takımı, beyaz ve siyah birer takım daha, birkaç çorap, grili pembeli ipek bir eşarp, kemer, kısacık bir siyah etekle içi naylon kaplı bez torbaya konmuş bir çift kahverengi, klasik kısa topuklu - otuz sekiz numara- ayakka­bı, Pantolon uzunluğundan valiz sahibinin boyunun bir yetmişer civarında olduğu anlaşılıyordu. Küçük tuvalet çantasındaki kozmetik pahalı ve iyi cins, kadife torbadaki gümüşler güzeldi. Hele aralarındaki biri yakut diğeri zümrüt gömme taşlı iki kalın altın yüzük olağanüstüydü.

Takıları yatağın üstüne dizdiğinde içinde şıkırdayan bir şeyler daha olduğunu anlayıp keseyi örtünün üstüne boşalt­mıştı. Bir avuç eski paraydı dökülen. On altı adet gümüş sik­ke...

Şaşırtıcı mıydı? Emin değildi Volkan, ancak yüzüklerle sik­kelerin Çok değerli olduklarını tahmin edebiliyordu. İnsan bunların benzerlerini ancak müzelerde, eski eserler arasında görebilirdi. Doğrusu valiz hiç de uygun bir yer değildi bu tür nesneleri taşımak için.

Taklit olabilirlerdi ama özellikle sikkeler tarihi eserse alışıl­mışın dışında, tersine bir yolculuğu işaret ediyorlardı. Belki de satılmak üzere yurtdışına çıkarılmış, bir nedenle geri dönmüş­lerdi. Daha çok sayıda gitmiş, az dönmüş de olabilirlerdi ayrı­ca. Her ne idiyse bunları valizde tutmak cesaret işiydi. Öte yandan valiz, el çantasından daha elverişli, daha az dikkat çe­kici de olabilirdi. Bu konularda deneyimi yoktu.

Zulasına sahip çıkamayan bu dalgın kadın nasıl biriydi acaba?

Kendi valizinin dış cebinde bu tür karışıklıklara önlem ola­rak şirket antetli bir kimlik kartı bulunduruyordu. Havayolu­na kayıp bildiriminde bulunmadan önce kadından bir-iki gün haber beklemek doğru olacaktı. Karar veremiyordu aslında. Valiz tehlikeli olabilirdi, bela aranmaya, basma dert açmaya gerek yoktu.

Kendini yazılacak polisiye bir öykünün kapı eşiğinde bekliyormuş gibi hissetti. Ofisteki odasında yalnızdı. Her zaman­kinin tersine sakin bir öğleden sonraydı. Kocaman bir salonu andıran zevkle döşenmiş çalışma odası beşinci kattaydı ve dış dünyadan özenle korunmuştu. Pencere önünde durduğunda caddeden geçen araçların, insanların, otobüs duraklan, kavşak­lar ve trafik lambalarının başını döndürecek kadar aşağıda kal­dığını görüyordu. Bazen paniğe kapıldığı, bir an önce yeryüzü­ne inip kalabalığa karışmak istediği de oluyordu ama bu oda­da hissettiği şey ayrıcalık ve iktidardı. Aşağıdaki karıncalar or­dusunun çok uzağında sanal bir...




25 Kasım 2020 Çarşamba

SAS / Tokyo Rehineleri / Gerard De Villiers

Tokyo Rehineleri’nden…

Sekigun, çok sayıda eylem gerçekleştiren aşırı solcu teröristlerin oluşturduğu bir “Kızıl Ordu” idi.
Bıyıklı genç elçinin masasındaki tüm eşyayı yere attıktan sonra heybesini boşalttı. Yeşil yuvarlak el bombalan, plastik tahrip kalıpları, patlayıcılar, Uzi şarjörleri ve çok sayıda komando bıçağı vardı… Patlak gözlü kız sekretere yaklaştı ve Japonca sorular yağdırmaya başladı. Sekreter mırıldandı ve ağlamaya başladığı anda teröristin tokatı yanağında patladı.
Kız öylesine soğuk ifadeliydi ki, elçinin tüyleri diken diken oldu. Kadınlara duvarın karşısında düzgün bir sıra oluşturarak elleri başlarının üstünde oturmaları emredildi. Suç ortakları kapıyı hedef almış dururlarken, genç kız elinde tabancası heyecanla odayı arşınlıyordu. Sonunda pencereyi açtı ve perdeyi kapadı içeri buz gibi hava doldu.
Polis araçlarının sireni yaklaşıyordu. Hâlâ hayâları zonklayan elçi gözlerini yumdu ve geçirecekleri saatleri düşündü. Duruma bakılırsa pek tatlı anlar yaşamayacak gibiydiler.
Bir düzine kadar polis Okura’nın holüne girdi ve müşterileri iterek asansöre daldı.
Datsun marka zırhlı emniyet araçları peş peşe geliyordu. Polisler en lüks odaların bulunduğu on ikinci katta asansörden inerek dama çıktılar. Buradan elçiliğin antenlerle dolu çatısı rahatça görülüyordu. Ancak elçinin odasındaki perdeler kapalıydı. Vurucu tim soğuğa aldırış etmeden yere yüzükoyun uzandı ve beyaz binaya nişan aldı. Büyük Okura Oteli, sivil ve üniformalı polislerle kaynıyordu. Bu Tokyo’daki ilk rehin alma eylemiydi ve nasıl tepki göstermeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Aşağıda, çelik yelekli polisler ve zırhlı araçlar iki katlı elçiliği kuşatıyorlardı. Yol trafiğe kapatılmıştı. Siren çala çala gelen ambulanstan inen sağlık görevlileri elçiliğin holüne girdiler.
Yirmi kadar polis merdiveni tutmuş birinci katı gözetliyorlar, olayın sarsıntısını henüz atlatamamış olan personelle iş takibine gelenleri sorguluyorlardı. Ancak ifadeler çok değişikti… Her şey öylesine çabuk olup bitmişti ki, teröristlerin kaç kişi olduğu bile anlaşılamamıştı. Deniz Piyade Erlerin cesetleri sedyelere konarak taşındı. Birinci kattan en ufak bir ses bile gelmiyordu.
Siyah büyük bir Datsun elçiliğin önünde durdu ve içinden Tokyo emniyet müdürü indi.
Adamın önüne hemen saldırganları gören Japon polisi getirdiler. Memur çabucak iki muhafızın nasıl öldürüldüğünü anlattı ve kızın eşkâlini verdi. Suç ortakları hakkında ise, kesin bir bilgi veremedi


Ölü Erkek Kuşlar / İnci Aral

 


Ölü Erkek Kuşlar'dan...

Gök aydınlık, parlak koyu mavi. Ayın altında, uzakta, zeytinliklerle kaplı tepelerin inişli çıkışlı yumuşak eğimleri belli belirsiz ince çizgilerle ayrılıyor bu mavilikten.

Anılarla bağlıyım buraya. Kumsala çekilmiş kayıklardan balık aldığım yaz günlerini, çayın kıyısında söğütler ve böğürtlenler arasından geçen toprak yoldaki sabah koşularımızı, suyun denize kavuştuğu yerdeki bir köprünün üstünde esrik, şarkılar söylediğim bir geceyi anımsıyorum şimdi.

Çağrılılar az sonra gelmeye başlarlar. Büyük aşklar yaşamış olanlar, aşka inanmayanlar, inanıp da kimseyi sevilmeye değer bulmayanlar, sevip pişman olmuşlar, sevmeyi bekleyenler, iş işten geçmişler, gel geç ilişkilerle idare etmeye çalışanlar, durmuş oturmuşlar-oturamamışlar, uslanmışlar-uslanmamışlar, duyuları körelmişler, tövbekarlar, modası geçmişler, dağıtmışlar, bileklerini jiletlemişler, değişik seçenekler arayanlar, boşvermişler. Bu gece hepsi gelecekler. Gelmeliler. Son on yılın en büyük aşk faciası karanlıklardan çıkıp gözler önüne serilecek bu gece, bu sinemada...

Sinemanın ağır demir kapısında paslı bir zincirin ucunda sallanan kocaman asma kilidi yokluyorum. Kilitli. Açık olmalıydı oysa. Neyse, önemli değil.

Hazırlıklıyım. Cebimden maymuncuk, ince uçlu bir tornavida ve eğe çıkarıyorum.

Kilidi açmam uzun sürmüyor. Ne de olsa deneyimliyim.

İçeriye giriyorum. Ay ışığında el yordamıyla daracık tahta merdiveni çıkıp makine odasına dalıyorum. Duvarları yoklayarak elektrik düğmesini buluyor ve bütün ışıkları yakıyorum.

İnce bir toz tabakası kaplamış her yanı. Ama yalnızca geçen zamanı

belirlemek açısından önemli olabilir bu şimdi. Zaman tozdur çünkü, kirdir, nemdir, eskimişliktir, yenilgidir. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım koruyamayız kendimizi ve nesneleri ondan. Boşuna o tozbezleri, fırçalar, paspaslar, cilalar, saç boyaları, kozmetikler.

Kasetçaların üzerindeki tozu elimle sıyırıyorum, oracıkta gözüme ilişen ilk kaseti sürüyorum içine. Bezen Göksu söylüyor. Ses düğmesini sonuna dek açıyorum. Değer mi hiç? Değer mi, değer mi söyle? diye bağırıyor ses büyütücüler. Canlanıyor birden bahçe.

İmbat Limited Şirketinin kola kamyonu geliyor önce.

Ardından Minderci Şükrü.

İşsiz güçsüz takımından bir kaç kopuk.

Kış kahvesinde pişti oynarken yaygarayı duyup koşan Makinist Raşit...




10 Kasım 2020 Salı

A’dan Z’ye İklim Değişikliği / Bölgesel Çevre Merkezi

 


A'dan Z'ye İklim Değişikliği'nden...

Geçtiğimiz yıl, küresel ölçekte bugüne kadar kaydedilen en sıcak yıl olarak tarihe geçti. İçinde bulunduğumuz
2015 yılının daha da sıcak geçmesi bekleniyor. Bunu bir tesadüf olarak nitelendirenler muhakkak olacaktır.
Keşke bir tesadüf olsaydı. Maalesef iklimler değişiyor. Uluslararası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) yaptığı
bilimsel araştırmalar bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Yakın gelecekte dünyamızın sıcaklığı 1900 yılına
göre 2 derece artacak. Dünya ısınmaya devam ederken, buz ve kar stokları azalıyor, deniz seviyesi yükseliyor,
yıkıcı etkisi olan aşırı iklim olayları artış gösteriyor. Ülkelerin ulusal politika ve planlarına iklim değişikliği ile
azaltım ve uyum stratejilerini dâhil etmeleri önem kazanıyor.

REC Türkiye olarak, kurulduğu 2004 yılından beri, iklim değişikliği ile mücadele konusunda paydaşlarımıza
destek olmaya çalıştık. 2008 yılında yayınladığımız “A’dan Z’ye İklim Değişikliği Başucu Rehberi” bu açıdan
önemli yayınlarımızdan biriydi. İklim değişikliği gelişmelerin çok sık olduğu bir alan. İklim değişikliğiyle
mücadelenin baş aktörleri devletler, çözüm için uluslararası görüşmelerini sürdürüyorlar. 2015 yılı iklim
müzakereleri açısından kilit bir yıl. Devletler, Paris’te, yeni bir iklim rejimi kuran uluslararası bir anlaşma
metnini görüşüyor olacaklar. Bu nedenle rehberimizi güncelleme kararı aldık.

Güncel rehberimize bir iklim değişikliği terimler sözlüğü de ekledik. Bu süreçte bize destek olan Alman Hükümetine çok teşekkür ediyoruz.

İklim değişikliğinden en çok etkilenecek kırılgan bölgelerden birinde yer alan Türkiye’nin; kuraklık ve aşırı
hava olayları gibi iklimsel risklere maruz kalacağı biliniyor. Bu tehditler, fırsatları da beraberinde getiriyor.
Bu fırsatları yakalamanın, iklimsel riskleri tespit edip, bu riskleri sistematik olarak azaltmayı sağlayacak uyum
önlemleri ile mümkün olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bunun için de bilimsel araştırmalar yapılması
gerekiyor.

Rehberin ana amacı iklim değişikliği ile ilgili başucu yayını olmak. İklim değişikliği ile detaylı bilgi almak, konuyla ilgili çalışma yapmak isteyenlerin başvuracağı iyi bir kaynak olmasını umuyorum.

9 Kasım 2020 Pazartesi

Rüzgargülü / Ursula K. Le Guin

 

Rüzgargülü'nden...

Gereken tek şey nereye gittiğini bilmen, gidecek bir yerinin olması. Biliyorsun, Kamp'taki bazı insanlar, onları bıraksalar bile gidecek yerleri olmadığı için hiçbir yere gidemezler. Asıl olan hiç durmamaktı. Sadece sırtım tutulmuş durumda şimdi."

Banyoya gitmek için kalktığında doksan yaşındaki bir adam gibi yürüyordu. Dik duramadı; iki büklüm olup yığıldı. Temiz çamaşırlar giymesine yardım ettim. Yeniden yatağa uzanırken, kalın bir kâğıt parçasının yırtılırken çıkardığı sesi andıran acı bir haykırış çıktı ağzından. Odada dolaşıp eşyaları yerleştirdim. Yanına oturmamı istedi ve ağlamayı sürdürürsem gözyaşlarımda boğulacağını söyledi. "Bütün Kuzey Amerika kıtasını suya gömeceksin" dedi. Başka ne söylediğini hatırlamıyorum; ama sonunda beni güldürdü. Simon'un söylediği şeyleri hatırlamak ve onları dinlerken gülmemek güçtür. Sadece onu sevdiğimden söylemiyorum bunu; herkesi güldürür o. Bunu bilinçli olarak yaptığını sanmıyorum; sadece başka insanlarınkinden farklı çalışan, matematikçi kafası yüzünden.

Sonra da, güldükleri zaman hoşlanır bundan.

"Onu" düşünmek; on yıldır tanıdığım adamı ve tanınmaz hale gelmiş, farklı biri olmuş "onu" düşünmek garip geliyor. Çoğu dilde neden "ruh" anlamına gelen bir sözcük bulunduğunu anlamanıza yetiyor bu. Ölümün çeşitli dereceleri var ve zaman hiçbirine karşı korumuyor bizi. Yine de bir şeyler kalıyor geride; işte bunun için de bir sözcük gerekiyor.

Bir buçuk yıldır söyleyemediğim şeyi söyledim: "Beynini yıkamalarından korkuyordum."

"Davranış modu pahalıya geliyor" dedi. "Sadece ilaçlarla yapsalar bile. Daha ziyade, Çok Önemli Kişiler için kullanıyorlar onu. Ama korkarım, benim de önemli biri olabileceğimi düşünüyorlar. Son aylarda çok sık sorguya çekildim. 'Dış bağlantılarım' hakkında." Homurdandı. "Yurtdışında yayımlanan şeyler, sanırım. Bu yüzden dikkatli olmak niyetindeyim, ki bir dahaki sefere beni tıktıkları yer Federal Hastane değil yine Kamp olsun."

"Simon, onlar... zalim insanlar mıydı yoksa sadece inandıkları adalet anlayışını mı uyguluyorlardı?"

Bir süre cevap vermedi. Cevap vermek istemedi. Ne sorduğumu biliyordu. Başımızın üstünde umudu, o kılıcı hangi ipin tuttuğunu biliyordu.

"Bazıları..." dedi sonunda, belli belirsiz.

Bazıları zalimdi. Bazıları yaptığı işi seviyordu. Her şeyi topluma yükleyemezsin.

"Gardiyanlar kadar mahkûmlar da" dedi.

Her şeyi düşmana yükleyemezsin.

"Bazıları, Belle" dedi heyecanla elime dokunarak, "bazıları... Orada pırlanta gibi insanlar da vardı."

İp kalın; tek darbede kesemezsin.

"Neler çalıyorsun" diye sordu.

"Forrest, Schubert."

"Dörtlünüzle mi?"

"Artık üçlü. Janet yeni sevgilisiyle Oakland'a gitti."

"Ah, zavallı Max!"

"Fena da olmadı hani. Zaten kötü bir piyanistti."



8 Kasım 2020 Pazar

Sesler / Ursula K. Le Guin


Sesler'den...

Harflerin ne olduklarını öğrenir öğrenmez onları anladım ve kelimeleri çıkartmaya başladım; bir kez hariç hiç aklımın karıştığını veya uzun süre duraksadığımı hatırlamam. Okumaya başlamadan önce Parlak Kırmızı adını taktığım en gözde kitaplarımdan birini, cildinde altın yaldızları olan koca kırmızı kitabı indirmiştim. Ne hakkında olduğunu anlamak, tadına bakmak istiyordum. Ama okumaya çalıştığım zaman hiçbir anlam ifade etmedi. Harfler vardı, bu harfler kelimeler de oluşturuyordu ama anlamsız kelimeler. Bir tekini bile anlayamamıştım. Anlamsız, bölük pörçük, işe yaramazlardı. Seferbeyi içeri girdiği sırada hem kendime, hem de kitaba çok kızıyordum. "Bu aptal kitapta ne var böyle!" dedim.

Kitaba baktı. "Bir şeyi yok. Çok güzel bir kitap." Sonra o anlamsız kelimelerin bir kısmını yüksek sesle okumaya başladı. Kulağa çok hoş geliyordu, sanki bir anlamları varmış gibi. Kaşlarımı çattım. "Aritçe bu," dedi, "dünyada çok uzun bir zaman önce konuşulmuş olan bir dil. Bizim dilimiz o dilden türemiştir. Kelimelerin bazıları pek değişmedi. Bak, şu, sonra şu." İşaret ettiği kelimelerin bazı kısımlarını tanıdım.

"Ben öğrenebilir miyim?"diye sordum.

Genellikle yaptığı şekilde baktı bana. Usulca, sabırlı, tartarak, yoklayarak. "Evet," dedi.

Böylece Chamhan'ı kendi dilimizde okumaya başladığım sırada, eski dili de öğrenmeye başlamış oldum.

Kitapları gizli odadan dışarı çıkartamıyorduk tabii ki. Hem bizi, hem de Galvamant'taki herkesi tehlikeye sokarlardı. Aldların kızılşapkalı rahipleri kitap bulunan evlere askerlerle birlikte gelirdi. Şeytani oldukları için kitaplara dokunmazlar, kölelere toplattıkları kitapları kanala veya denize götürürler ve dibe batmaları için taş bağlayıp denize attırırlardı. Kitaba sahip olan insanlara da aynı şeyi yapıyorlardı. Kitapları veya kitapları okuyan insanları yakmıyorlardı.

Aldların tanrısı Yakan Tanrı Atth'tır ve yanarak ölmek onlar için büyük bir şeydir. O yüzden kitapları ve insanları suda boğuyorlar veya kıyıdaki bataklığa götürüyor, sonunda havasız kalıp ölünceye, derin ıslak çamura gömülünceye kadar küreklerle, sopalarla ittiriyorlardı.

İnsanlar genellikle kitapları Galvamant'a getirirdi, geceleri, gizli gizli. Hiçbirinin gizli odadan haberi yoktu –evde oturanlar bile ömürleri boyunca bu odadan haberdar olmamıştı– ama şehir dışındaki insanlar bile kitapların Seferbeyi Sulter Galva'ya getirilmesi gerektiğini, kitaplara sahip olmanın artık tehlikeli olduğunu ve Kehanet Evi'nde emniyette kalacaklarını bilirdi.



7 Kasım 2020 Cumartesi

Uçuştan Uçuşa / Ursula K. Le Guin


Uçuştan Uçuşa'dan...

SİTA DULİP'İN icat ettiği yöntemin tümüyle güvenilir olmadığını itiraf etmek gerekir. İnsan bazen kendisini gitmeye niyetli olmadığı bir boyutta bulabiliyor. Eğer her yolculuğunuzda yanınızda Rornan'ın Pratik Boyutlar Rehberi'nin bir nüshası bulunursa, vardığınız yerde, nereye geldiğinizi okuyabilirsiniz; gerçi Rornan'a da her zaman güvenilmez. Öte yandan, kırk dört ciltlik Boyutlar Diyarı Ansiklopedisi yanında taşımaya hiç elverişli değildir; hem zaten bir şeye ancak ölü ise tam olarak güvenebiliriz, öyle değil mi?

İslac'a, tecrübesiz dönemlerimde, Rornan'ı valizime koymayı öğrenmeden önce istemeden gitmiştim. Oradaki Boyutlar Arası Otel'de bir takım Ansiklopedi vardı ama ayılar ciltlerin tutkallarını yediklerinden sayfaları ayrıldığı için ciltçiye gönderdiklerini söylediler. İslac'taki ayıların biraz tuhaf olduğunu düşündüm ama onlara bu konuyu sormak da istemedim. Ortalıkta ayı olup olmadığını anlamak için koridorları ve odamı güzelce araştırdım. Çok güzel bir oteldi ve otel sahipleri de çok tatlı insanlardı, o yüzden kaderime razı olarak İslac’ta bir iki gün geçirmeye karar verdim. Odamdaki kitaplıktaki kitaplara bakmaya, gömme legematı denemeye başlamış ve ayıları unutmuştum ki bir kitap desteğinin arkasına bir şey sıvışıverdi.

Kitap desteğini çekerek kaçmaya çalışan bu şeye baktım. Kara ve tüylüydü ama uzun, ince bir çeşit kuyruğu vardı, adeta tel gibi bir şey. Kuyruğunu saymazsak on beş, yirmi santimetre boyundaydı. Odamı onunla paylaşma fikri pek cazip gelmemişti ama yabancılara şikâyette bulunmaktan hiç hoşlanmam -insan sadecegerçekten bildiği insanlara doğru düzgün yakınabilir- o yüzden ağır kitap desteğini, yaratığın girip gözden kaybolduğu duvardaki deliğin önüne çektim ve akşam yemeğine indim.

Otelde ev yemeği veriyorlardı; bütün konuklar uzun bir masanın etrafına toplanmıştı. Masadaki insanlar birkaç değişik boyuttan gelen cana yakın bir gruptu. Çevirimatiklerimizi kullanarak ikişerli gruplar halinde sohbet edebiliyorduk ama genel bir sohbet devreleri aşın yüklüyordu. Ahyes adlı bir boyuttan gelmiş şen şakrak bir kadın olan sol yanımdaki komşum eşiyle birlikte İslac'a sık sık geldiklerini söylemişti. Ona buradaki ayılar hakkında bir şey bilip bilmediğini sordum.

"Tabii," dedi, gülüp başıyla onaylayarak. "Oldukça zararsızdırlar. Ama ne de minik hayvancıklar! Kitapları bozuyorlar, zarfları yalıyorlar ve yataklara giriyorlar!"

"Yataklara mı giriyorlar?"

"Evet, evet. Onlar eskiden evcil hayvanlarmış da ondan."

Kocası benimle konuşabilmek için eğildi. O da neşeli bir beydi. "Oyuncak ayılar," dedi benim lisanımda, gülümseyerek. "Evet."

"Oyuncak ayılar mı?"

"Evet, evet," dedi ve sonra kendi lisanına başvurmak zorunda kaldı: "Oyuncak ayılar çocuklar için minik evcil hayvanlar değil miydi?"

"Ama onlar canlı değildir."

Dehşete düşmüş gibi baktı. "Ölü hayvanlar mı?"

"Hayır... içi pamuk dolu hayvanlar... oyuncaklar..."

"Evet, evet. Oyuncaklar, evcil hayvanlar," dedi gülümseyip başını sallayarak.



6 Kasım 2020 Cuma

Yaban Kızlar / Ursula K. Le Guin

 

Yaban Kızlar'dan...

Gece böylece geçti. Çocuklar kaçmaya kalkışmadı ve izlerini süren kimse çıkmadı. Ertesi günü ikindi saatlerinde Günebakan Tepeleri’ne varmak için güneye yönelip batıya yürüyerek geçirdiler. Beş yaşındaki dâhil, çocukların hepsi yürüdü; bebekler sırayla taşındı ve bu sayede hızlı denemese bile en azından sabit bir hızda ilerleyebildiler. Bataklık ateşiyle gelen kız sabah boyunca Bela’nın eteğini çekiştirip sol taraftaki bataklık bölgeyi göstererek kök sökme ve yeme işaretleri yaptı. İki gündür ağızlarına lokma koymadıklarından sonunda kızı izlemeye karar verdiler. Çocuklar suya girerek bir takım geniş yapraklı bitkileri köklerinden söktüler. Söktüklerini ağızlarına tıkıştırmaya başlayınca askerler atılıp suya girdiler ve kökleri ellerinden alıp yemeye başladılar. Taç insanları yemeden Toprak insanları yiyemezdi. Çocuklar şaşırmış görünmediler.

Bataklık ateşiyle gelen kız nihayet yiyebileceği bir kök bulup yedikten sonra bir kök daha söktü, çiğnedi ve bebeklere yedirmek için eline çıkardı. Bebeklerden biri hevesle kızın elinden yedi ama diğeri yemedi; yatırdıkları yerde kımıldamıyordu ve gözleri görmüyor gibiydi. Bataklık ateşiyle gelenle Dos ten Han’ın taşıdığı kız bebeğe su içirmeye çabaladılar. İçmedi.

Dos tepelerine dikilip daha büyük kızı parmağıyla işaret ederek, “Vui Handa,” dedi. Böylece kıza Vui adını veriyor ve ailesine ait ilan ediyordu. Bela, bataklık ateşiyle gelen kıza Modh Belenda, sırtında taşıdığı küçük kardeşineyse Mal Belenda adlarını verdi. Diğer askerler de taşıdıklarına ad verdiler ama Ralo ten Bal hasta bebeği işaret edip adını koyacakken bataklık ateşiyle gelen kız, yani Modh bebekle arasına girdi, heyecanla, yo, yo, işaretleri yaptı ve eliyle ağzını kapadı.

Ralo, “Ne diyor bu be?” dedi. Askerlerin en genciydi; on altı yaşındaydı.

Modh pantomimine devam etti: yere yattı, ölü biriymiş gibi kafasını yana devirip gözlerini yarı yarıya kapadı; ellerini pençe gibi yaparak yüzünü buruşturup ayağa fırladı ve Vui’ye saldırıyormuş gibi yaparak hasta bebeği işaret etti.

Genç askerler bakakalmışlardı. Kız galiba bebeğin öleceğini anlatmaya çalışıyordu. Yaptığı diğer hareketleriyse anlayamıyorlardı.

Ralo bebeği işaret ederek, “Groda,” dedi. Bu ad Sahipsizler’e, sahibi bulunmayan ve tarlalarda çalıştırılan Toprak insanlarına verilirdi.

Bela, “Gidelim,” buyurdu, toparlandılar. Ralo hasta bebeği bırakarak uzaklaştı.

Diğerlerinden biri, “Toprak’ını almıyor musun?” dedi.

“Niye alayım?” dedi Ralo.



5 Kasım 2020 Perşembe

Yerdeniz / Ursula K. Le Guin

 

Yerdeniz’den…

Tam büyüsünü bitirmişti ki, arkasından gelmekte olan babası kafasına hızlı bir şamar indirip onu yere serdi. "Adam gibi dur salak! Söylenmeyi bırak. Eğer dövüşemeyeceksen git de saklan!"

Duny ayağa kalktı. Artık Karglar'ın köyün sınırına, sepicinin bahçesinin kıyısındaki ulu porsukağacının yanına kadar gelmiş olduklarını duyuyordu. Sesleri ve silahlarının şakırtısı netleşmişti; fakat yine de görünmüyorlardı. Sis, köyün üzerinde yoğunlaşmıştı, ışığı, insanın kendi ellerini göremeyeceği kadar zayıflatıyor, etrafı bulanıklaştırıyordu.

"Hepimizi sakladım," dedi Duny, asık bir yüzle. Babasının vurduğu yer ağrıyordu çünkü; sonra çift yönlü yaptığı büyü de gücünü kurutmuştu. "Elimden geldiği kadar bu sisi burada tutacağım. Söyle öbürlerine, onları Yüksek Şelâle’ye doğru çeksinler."

Tunçustası bu garip ve nemli siste bir hayalet gibi duran oğluna baktı. Duny'nin söylemek istediğini anlaması bir dakikasını aldı, ama anlar anlamaz hemen öbürlerini bulup ne yapmaları gerektiğini bildirmek için -köyün her köşesini bucağını ezbere bildiğinden- sessizce koştu. Karglar bir evin damını tutuşturunca, gri siste, bir de kırmızı bir leke yayılmaya başlamıştı. Fakat Karglar hâlâ köye girmemişlerdi; sisin, ganimetlerini ve avlarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serecek ölçüde dağılmasını bekliyorlardı.

Evi yakılan sepici, Karglar'ın burunlarının dibine, düzenli bir şekilde gölgeden çıkıp bağırıp tekrar gölge içinde kaybolmaları için birkaç oğlan yolladı. Bu arada adamlar bahçe parmaklıklarının arkasından emekleyerek, evden eve koşarak diğer yönden Karglar'a yaklaşmışlar, bir yumak halinde duran savaşçılara ok ve mızraklarla saldırmışlardı. Karglar'dan biri, daha yeni dövülmüş sıcak tunçtan mızrağın boydan boya vücudunu delip geçmesiyle yere düştü. Bir kısmı da okla vuruldu, ama hepsi de çok sinirlenmişti. O zaman onlar da sisin içindeki çelimsiz saldırganlarına karşı saldırıya geçtiler; fakat karşılarında sadece seslerin yankılandığı bir sis kütlesi buldular.

Önlerindeki sisi, büyük, tüylü ve kanlı mızraklarıyla delerek sesleri izlediler. Cadde boyunca bağıra çağıra ilerlediler. Boş evler ve kulübeler, kıpır kıpır gri sisin içinden belirip belirip kaybolurken, köyün içinden geçip gittiklerini anlamamışlardı bile. Köylüler etrafı çok iyi tanıdıklarından, çoğu önde dağınık bir şekilde koşuyorlardı. Fakat bazıları, oğlan çocukları ve yaşlılar yavaştı. Karglar'ın ayakları bunlara takılınca, savaş çığlıkları atarak ya mızraklarını çektiler ya da kılıçlarıyla deştiler. Atuan'ın Beyaz Kardeş Tanrıları'nın isimlerini haykırdılar:

"Wuluah! Atwah!"

Gruptakilerin bir kısmı, ayaklarının altındaki toprağın sertleştiğini fark edince durdu, fakat diğerleri hemen burunlarının dibinde ilerleyen loş ve titrek şekilleri izleyerek hayalet köyü aramak için yollarına devam etti. Tüm sis, dört bir yandan kaçışan, titreyen, solan şekillerle canlanmış gibiydi. Bir grup Karg, hayaletleri dosdoğru Ar'ın kaynaklarının bulunduğu uçurum kenarına, Yüksek Şelâle'ye doğru kovaladı. İzledikleri şekiller, önlerindeki boşluğa doğru kaçıp, incelmekte olan sisin içinde kayboldular.



4 Kasım 2020 Çarşamba

Rocannon’un Dünyası / Ursula K. Le Guin


Rocannon’un Dünyası’ndan…

Angyalı evli kadınlar spor olarak ata binmezlerdi, Semley de evlendiğinden beri Hallan'dan ayrılmamıştı; o yüzden şimdi uçanatın yüksek sırtına binerken kendini tekrar bir kız çocuğu, Kirien tarlalarının üzerindeki kuzey rüzgârında yarı vahşi atlara binen bir zamanların o vahşi kızı gibi hissediyordu. Şimdi onu Hallan tepelerinden aşağıya doğru taşıyan hayvan ise daha iyi cinsti, çizgili postu boş, hafif kemiklerini sıkıca sarıyordu, yeşil gözlerini rüzgâra karşı kısmıştı, hafif ve güçlü kanatları Semley'in iki yanında inip kalkıyor, üzerindeki bulutları ve altındaki tepeleri bir saklıyor, bir açığa çıkarıyordu.

Üçüncü sabah Kirien'e varıp harabeye dönmüş avluya tekrar ayak bastı. Babası bütün gece içmişti ve tıpkı eski günlerdeki gibi, yıkılmış tavandan içeri giren sabah güneşi onu sinirlendiriyordu; kızını görmek ise sinirini daha da artırdı. "Niye geri geldin?" diye homurdandı, şişmiş gözleriyle bir kızına bir etrafına bakarken. Saçlarının gençlik günlerindeki alevi sönmüş, kafasındaki gri tutamlar karmakarışık olmuştu. "Genç Hallanlı seninle evlenmedi de mi geri döndün?"

"Durhal'in karısı oldum. Çeyizimi almaya geldim, baba."

Sarhoş adam tiksintiyle homurdandı; ama kızı öyle nazikçe güldü ki, yeniden, ürkerek, ona bakmak zorunda kaldı.

"Deniz Gözü kolyesini Fianlar’ın çaldığı doğru mu, baba?"

"Ne bileyim? Eski öyküler. Ben doğmadan önce kaybolmuş galiba. Keşke hiç doğmamış olsaydım. Öğrenmek istiyorsan Fianlar'a sor. Onlara git, kocana dön. Beni rahat bırak. Kirien'de kızlara, altına ve öykünün geri kalan kısmına yer yok. Öykü burada bitti, burası bitik bir yer, burası boş bir salon. Leynen'in oğullarının hepsi öldü, hâzineleri kayboldu. Kendi yoluna git, kızım."

Harap evlerde yaşayan gri, şişman bir ağörücü gibi dönüp yalpalayarak günışığından saklandığı mahzenlere doğru uzaklaştı.

Semley Hallan'dan aldığı çizgili uçanatı çekerek eski evinden ayrıldı ve dik tepeden aşağıya inerek orta-insanların köyünden geçti; onu somurtarak ama saygıyla selamladılar, sonra tarlalardan ve büyük, kanatları kesik, yarı vahşi heriloların otladığı çayırlardan geçerek boyanmış bir tas kadar yeşil ve ağzına kadar güneş ışığıyla dolu bir vadiye geldi. Vadinin derinliklerinde Fianlar'ın köyü vardı, atını çekerek inerken küçük, narin insanlar gülerek ve cılız, ince sesleriyle bağırarak kulübelerinden, bahçelerinden çıkıp ona doğru koştular.

"Selam sana Hallanlı'nın eşi, Kirienli Leydi, Rüzgârıntaşıdığı. Güzel Semley!"

Ona çok şirin adlar taktılar; o da bunları duymaktan hoşlanıyor, kahkahalarına aldırmıyordu, çünkü onlar her söylediklerine gülüyorlardı. Onun tarzı da böyleydi: konuşmak ve gülmek. Başdöndürücü karşılamanın ortasında, uzun mavi pelerini içinde, upuzun görünüyordu.

"Selam size Işıkinsanları, Güneşseverler, insan dostları Fianlar!"

Semley'i aşağıya köye, havadar evlerinden birine götürdüler, minik çocuklar peşlerinden geliyordu. Yetişkin bir Fian'ın yaşını söylemek olanaksızdı; mumun çevresinde dönen pervaneler denli hızlı hareket ettiklerinden birini öbüründen ayırt etmek, hatta hep aynı kişiyle konuştuğundan emin olmak bile çok güçtü...



1 Kasım 2020 Pazar

İçdeniz Balıkçısı / Ursula K. Le Guin

 İçdeniz Balıkçısı

İçdeniz Balıkçısı’ndan…

Ödu Cemiyeti’ni gizli bir proje olarak destekleyen Atlantik Birliği hükümeti Artık Yıl Darbesi'yle devrildiğinde Maston ile adamları hazırdı; Cemiyet'in malları, dokümanları ve üyeleri bir gece içinde sınırdan gizlice Amerika Birleşik Devletleri'ne geçirilmişti. Kısa sürede yeniden bir araya geldikten sonra Kaliforniya Cumhuriyeti'ne başvurarak, bin yıllık bir barış devresinin geleceğine inanan bir mezhep grubu olarak yerleşecekleri bir toprak istemişler ve San Joaquin Vadisi'nin boş kimyasal bataklıklarına yerleşmelerine izin verilmişti. Oraya inşa ettikleri kubbekent Özel Dünya Uydusu'nun bir prototipi haline gelmiş ve o kadar yaşama elverişli olmuştu ki kolonicilerden birkaçı emek ve zenginlik israfındansa buraya yerleşmeyi daha makul bulmuştu. Fakat Calmex Anlaşması'nın bozulması ve güneyden gelen ilk istilalara ilaveten yeni bir mantar salgını, dünyanın uygun bir seçim olmadığını bir kez daha gözler önüne sermişti. Dört yıl boyunca yapı ekipleri yılda dörder kez mekiklerle gidip geldiler. Kaliforniya'ya göç edildikten yedi yıl sonra dünyadaki fırlatma merkeziyle hürriyet noktasında asılı duran altın balon arasında yapılan son on yolculukla koloniciler Ödu'ya ve emniyete taşınmış oldu. Sadece beş hafta sonra Ödu'daki ekranlar Ramirez'in ordularının Bakerfield'ı istila ettiğini, fırlatma kulesini yıktıklarını, kalan birkaç şeyi de talan ettiklerini ve kubbeyi yaktıklarını göstermişti.

"Kılpayı kaçmışız," dedi Nuh babası İzi'ye. Nuh on bir yaşındaydı ve çok okuyordu. Bunun gibi edebi deyimleri kendisi keşfediyor ve bunları vakur bir zevkle kullanıyordu.

"Benim anlamadığım şey," dedi on beş yaşındaki Esther, "neden diğerlerinin de bizim yaptığımız şeyi yapmadığı." Ekranda görünenlere kaşlarını çatarak, gözlüklerini düzeltti. Yapılan ameliyat ileri derecedeki görme bozukluğunu pek iyileştirememişti; bağışıklık sistemi sorunları ve alerjik tepkileri nedeniyle de göz nakli mümkün değildi; lens dahi takamıyordu. Kenar mahalle çocukları gibi gözlük takıyordu. Fakat burada, Ödu'nun bu tamamen kirlilikten arınmış ortamında geçen birkaç yıl mutlaka onun sorunlarını ortadan kaldıracak, diye temin etmişti doktorlar İzi’yi, hatta dört dörtlük bir çift gözü de dondurulmuş organ bankasından alacağına garanti vermişlerdi. "O halde, benim mavi gözlü kızım olacaksın!" diye takılmıştı babası Esther'e, on üç yaşında, üçüncü ameliyatın başarısız geçmesinden sonra. Önemli olan bu kusurun, genetik kodlu değil de gelişimsel bir kusur olmasıydı. "Senin genlerin bile mavi," demişti İzi kızına. "Nuh ile bende skolyoz var ama senin sarmalın kusursuz, güzel kızım. Nuh B veya G Grubundan birini bulmak zorunda ama sen bütün koloniden seçebilirsin, sen Kısıtsızsın. Aramızda sadece on iki tane daha Kısıtsız var."

"O halde ben herkesle ilişki kurabileceğim," demişti Esther, sargıların altındaki tamamen ifadesiz yüzüyle. "Çok yaşa On Üç Numara."

Şimdi erkek kardeşinin yanında duruyordu; İzi, Bakerfield Kubbesi'nde olanları görmeleri için onları izleme merkezine çağırmıştı. Ödu'daki kadınların ve çocukların bir kısmı duygusallaşmaya, dediklerine göre "sıla hasreti" çekmeye başlar gibi olmuşlardı; bu yüzden İzi, çocuklarının dünyanın nasıl bir yer 

indir