29 Şubat 2020 Cumartesi

Amber Kanı / Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #7

Amber Kanı

Amber Kanı’ndan…

Keskin ucu parçalandıktan sonra kabzayı fırlatıp attım. En zayıf nokta olduğunu düşündüğüm mavi denizden duvara karşı hiçbir işe yaramamıştı. Ayaklarımın dibinde birkaç küçük kıymık yatıyordu. Onları aldım ve birbirine sürttüm. Çıkış yolum bu değildi. Tek çıkış noktası, geldiğim yol gibi görünüyordu ve işe yaramıyordu.
Odama, yani mağaraların uyku tulumumu koyduğum kısmına döndüm. Ağır, kahverengi bir şey olan tulumun üzerine oturdum, bir şarap şişesinin tıpasını açıp içtim. Duvarı yontarken terlemiştim.
O sırada Frakir bileğimde kıpırdandı, biraz çözüldü, sol avucuma kaydı ve hâlâ elimde duran iki mavi parçaya dolandı. Çevrelerinde düğüm oldu, sonra sarktı ve sarkaç gibi sallanmaya başladı. Şişeyi bir kenara bırakıp izledim. Çizdiği yay, ev dediğim tünel doğrultusunda uzanıyordu. Belki bir tam dakika boyunca sallandı. Sonra yukarı çekildi, elimin sırtına gelince durdu. Parçaları orta parmağımın dibine bıraktı ve bileğimdeki normal saklanma yerine döndü.
Bakakaldım. Titreşen gaz lambasını kaldırdım ve taşları inceledim. Renkleri...
Evet.
Derinin üzerindeyken, bir süre önce Yeni Çizgi Moteli’nden aldığım, Luke’un yüzüğündeki taşa benziyorlardı. Tesadüf mü? Yoksa bir bağlantı mı vardı? Boğma ipim bana ne anlatmaya çalışıyordu? Ve bunlara benzer başka bir taşı nerede görmüştüm?
Luke’un anahtarlığı. Üzerinde, bir metal parçasına kakılmış mavi bir taş vardı... Peki bir diğerini nerede görmüştüm?
İçinde tutsak olduğum mağaralar, Koz Kartlarını ve Logrus büyüsünü engelleme gücüne sahipti. Luke bu duvarların taşlarından parçaları yanında taşımışsa, muhtemelen özel bir sebebi vardı. Başka ne özelliğe sahip olabilirlerdi?
Belki bir saat boyunca taşların doğası hakkında bir şeyler öğrenmeye çalıştım, ama Logrus dürtüklemelerime direndiler.
Sonunda sıkılarak onları cebime attım, biraz ekmek peynir yedim ve bir yudum daha şarap içtim.
Sonra ayağa kalktım ve bir tur daha atarak tuzaklarımı denetledim. Burada, bir ay gibi gelen bir süredir tutsaktım. Bütün bu tünelleri, koridorları, odacıkları adımlamış, bir çıkış yolu aramıştım. Hiçbiri çıkış yolu değildi. İçlerinde çılgınca koştuğum ve soğuk duvarlarında parmak boğumlarımı kan içinde bıraktığım anlar olmuştu. Yavaş yavaş yürüdüğüm, çatlakları ve çizikleri araştırdığım zamanlar olmuştu. Girişi tıkayan kayayı defalarca yerinden oynatmaya çalışmıştım ama faydası olmamıştı. Yerine bir kamayla kıstırılmıştı ve kıpırdatamıyordum. Şimdilik buradayım gibi görünüyordu.
Tuzaklarım...
Hepsi son denetlediğimde bıraktığım gibiydi. Doğanın kayıtsızca çevrede saçılı halde bıraktığı kayalar; yükseğe kaldırılmış, depodaki sandıklardan aldığım, gölgelerin maskelediği pakel sicimlerinden birine dikkatsizce basan biri olursa yerlerinden kurtulmaya hazır kayalar.
Biri mi?
Luke, elbette. Başka kim olabilir? Beni tutsak eden oydu.
Ve geri dönerse -hayır, geri döndüğü zaman- bubi tuzakları bekliyor olacaktı. Silahlıydı. Onu girişin altında bekleşeni, tepedeki konumunda avantajlı olacaktı. Hayır, olmaz. Orada olmayacaktım. Peşimden gelmesini sağlayacaktım ve sonra...
Biraz huzursuzlanarak odama döndüm.
Ellerimi başımın arkasında kenetleyerek uzandım ve planlarımı gözden geçirdim. Kayalar bir adamı öldürebilirdi, ama ben Luke’un ölmesini istemiyordum. Son zamanlara kadar -Caine Amcam’ı öldürdüğünü ve Amber’deki akrabalarımın geri kalanını yok etmeye kararlı göründüğünü öğrenene kadar- Luke’u iyi bir dost olarak görmeme rağmen bunun duygusallıkla ilgisi yoktu. Caine, Luke’un babasını öldürmüştü -Brand amcamı- diğerlerinden herhangi birinin memnunlukla öldüreceği bir adamı. Evet, Luke -ya da artık bildiğim ismiyle, Rinaldo- kuzenimdi ve aile içi kan davalarımızdan birine karışmak için sebebi vardı. Yine de, herkesi öldürmeye niyetlenmesi bana biraz aşırı gelmişti...


28 Şubat 2020 Cuma

Kıyametin Koz Kartları – Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #6

Kıyametin Koz Kartları

Kıyametin Koz Kartları’ndan…

Kahve fincanımı ve sürahiyi yıkadım, rafa koydum. Sonra çantamı aldım ve oradan ayrıldım. Bay Mulligan yerinde yoktu ya da uyuyordu, bu yüzden anahtarımı posta kutusuna atıp yakındaki lokantada kahvaltı etmek için sokağa çıktım.
Trafik azdı ve tüm araçlar iyi huyluydu. Yavaş yavaş, dinleyerek, bakarak yürüdüm. Hoş bir sabahtı, güzel bir gün vaat ediyordu. İşleri çabuk halletmeyi umuyordum, böylece günün tadını çıkarabilecektim.
Lokantaya rahatsız edilmeden ulaştım. Pencerenin yanında bir masaya oturdum. Tam garson siparişimi almaya geldiğinde tanıdık birinin sokakta yürümekte olduğunu gördüm -eski bir sınıf arkadaşım ve daha sonra iş arkadaşım- Lucas Raynard, bir seksen boyunda, kızıl saçlı, sanatkarca kırılmış burnuna rağmen ya da belki bu yüzden yakışıklı, sesi ve tavırları mesleğine, yani satıcılığa uygun.
Pencereye vurdum, beni gördü, el salladı, döndü ve içeri girdi.
"Merle, haklıymışım," dedi masaya gelince. Omzumu kısaca kavradı, karşıma oturdu ve menüyü elimden aldı. “Seni evinde bulamadım ve burada olabileceğini tahmin ettim."
Gözlerini indirdi ve menüyü okumaya başladı.
"Neden?" diye sordum.
"Eğer biraz daha düşünmek istiyorsanız daha sonra geleyim," dedi garson.
"Hayır," diye yanıtladı Luke ve muazzam bir sipariş verdi.
Ben de kendiminkini ekledim. Sonra: “Çünkü alışkanlıklarına bağlı birisin."
"Alışkanlık mı?" diye yanıt verdim. “Artık burada neredeyse hiç yemiyorum."
"Biliyorum," diye yanıt verdi, “ama üzerinde baskı varken genellikle buraya gelirdin. Örneğin, sınavlardan önce ya da seni rahatsız eden bir şey varsa."
"Hm," dedim. Daha önce fark etmemiştim, ama böyle bir şey vardı gerçekten. Üzerine tekboynuz resmi basılmış kültablasını çevirdim, kapının yanında perde görevi yapan vitraylı camda resmin daha büyük bir kopyası vardı. “Neden bilmiyorum," dedim sonunda. “Dahası, beni rahatsız eden bir şey olduğunu nereden çıkarıyorsun?"
"Birkaç kaza yüzünden 30 Nisan hakkında paranoyak olmuştun."
"Birkaçtan daha fazla. Sana hepsinden bahsetmedim."
"Demek hâlâ inanıyorsun."
"Evet."
Omuzlarını silkti. Garson geldi ve kahve fincanlarımızı doldurdu.
"Tamam," dedi sonunda. “Bugün oldu mu?"
"Hayır."
"Çok kötü. Umarım düşüncelerini köreltmez."
Bir yudum kahve aldım.
"Sorun değil," dedim.
"Güzel." İçini çekti ve gerindi. “Dinle, şehre daha dün geldim..."
"İyi bir gezi miydi?"
"Yeni bir satış rekoru kırdım."
"Harika."
"Her neyse... Otele gittiğimde senin ayrıldığını öğrendim."
"Evet. Yaklaşık bir ay önce istifa ettim."
"Miller sana ulaşmaya çalışıyor. Ama telefonun kapandığından arayamıyor. Birkaç kez uğramış bile, ama sen dışarıdaymışsın."
"Çok kötü."
"Geri dönmeni istiyor."
"Orada işim bitti."
"Teklifini duyana kadar bekle, olmaz mı? Brady yukarıya şutlanıyor ve sen Tasarım’ın yeni yöneticisi oluyorsun. Üstelik yüzde yirmi zam alıyorsun. Sana bunu söylememi istedi."
Hafifçe güldüm.
"Aslında kulağa o kadar kötü gelmiyor. Ama dediğim gibi, orada işim bitti."...


27 Şubat 2020 Perşembe

Kaos Sarayları / Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #5

Kaos Sarayları

Kaos Sarayları’ndan…

Atımı Kolvir’in zirvesine sürdüm ve mezarıma geldiğimde indim. İçeri girdim ve tabutu açtım. Boştu. Güzel. Şüphe duymaya başlamıştım. Kendimi önümde uzanmış görmeyi ummuştum. Bu işaretlere ve sezgilere rağmen bir şekilde yanlış gölgeye geldiğimin kanıtı olacaktı.
Dışarıya çıktım ve Yıldız’ın burnunu okşadım. Güneş parlıyordu ve rüzgar soğuktu. Aniden denize gitme arzusu hissettim. Bunun yerine banka oturdum ve pipomu çıkardım.
Konuşmuştuk. Kahverengi divanın üzerinde bacaklarını altına alan Dara gülümsemiş, Benedict ile cehennem kadını Lintra’nın soyundan geldiğini tekrarlamış, Kaos Sarayları’nda büyüdüğünü anlatmıştı. Zamanın kendisinin tuhaf dağılım sorunları sunduğu, Öklid’den bihaber bir alemdi.
"Tanıştığımız zaman bana anlattıkların yalandı," dedim. "Şimdi neden sana inanayım?"
Gülümsedi ve tırnaklarını inceledi.
"O zaman sana yalan söylemek zorundaydım," diye açıkladı, “senden istediğimi almak için."
"Peki, o ne?"
"Aile, Desen, Koz Kartları ve Amber hakkında bilgi. Güvenini kazanmak için. Çocuğunu doğurmak için."
"Gerçeği anlatsan daha iyi olmaz mıydı?"
"Pek değil. Ben düşman tarafından geliyorum. Bu şeyleri istememin sebepleri senin onaylayacağın türden değildi."
"Kılıçtaki ustalığın...? O zaman seni Benedict’in eğittiğini söylemiştin."
"Kaosun Yüksek Lordlarından biri olan Dük Borel’den öğrendim."
"...ya görünüşün," dedim. “Desen’i yürürken birkaç kez değişti. Nasıl? Ve neden?"
"Soyları Kaos’a dayanan herkes şekil değiştirebilir," diye yanıt verdi.
Dworkin’in benim kılığıma büründüğü geceki performansını düşündüm.
Benedict başını salladı.
"Babam Ganelon görünüşü ile bizi kandırdı."
"Oberon Kaos’un oğullarından biridir," dedi Dara, “asi bir babanın asi oğlu. Ve hâlâ gücü var."
"O zaman biz neden yapamıyoruz?" diye sordu Random.
Omuzlarını silkti.
"Hiç denediniz mi? Belki yapabiliyorsunuzdur. Diğer yandan, sizin nesliniz ile birlikte ölmüş de olabilir. Bilmiyorum. Ama benim, gergin anlarımda tercih ettiğim bazı şekiller var. Bunun kural olduğu, zaman zaman diğer şeklin hâkim olduğu bir yerde büyüdüm. Benim için bir refleks. Sizin o gün tanık olduğunuz da bu."
"Dara," dedim, “istediğini söylediğin şeyleri neden istedin? Aile, Desen, Koz Kartları, Amber hakkında bilgi. Bir de oğul?"
"Tamam." İçini çekti. Artık Brand’in planlarını biliyorsunuz Amber’in yok edilmesi ve yeniden inşa edilmesi, değil mi?"
"Evet."
"Bu bizim onayımız ve işbirliğimizle planlandı."
"Martin’in öldürülmesi de mi?" diye sordu Random.
"Hayır," dedi. “Kimi kullanmayı planladığını bilmiyorduk."
"Bilseniz bu sizi durdurur muydu?"
"Varsayımsal bir soru soruyorsun," dedi. “Kendin yanıt ver. Martin hâlâ hayatta olduğu için memnunum. Bu konuda söyleyebileceğim tek şey bu."
"Tamam," dedi Random. “Ya Brand?"
"Dworkin’den öğrendiği yöntemleri kullanarak önderlerimizle iletişim kurdu. Hırslıydı. Bilgiye ve güce ihtiyacı vardı. Bir anlaşma önerdi...


26 Şubat 2020 Çarşamba

Oberon’un Eli / Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #4

Oberon'un Eli

Oberon’un Eli’nden…

"Koz Kartına benziyor," dedi Random.
"Evet."
Kartı kurtardım, yırtık kısımlarını düzledim. Karşımdaki adam yarı tanıdıktı elbette, bu aynı zamanda yarı yabancı olduğu anlamına geliyordu. Açık renk, düz saçlar, biraz keskin hatlar, hafif bir gülümseme, biraz ince yapılı.
Başımı salladım.
"Onu tanımıyorum," dedim.
"Bir de ben bakayım."
Random kartı aldı, kaşlarını çatarak baktı.
"Hayır," dedi bir süre sonra. “Ben de tanımıyorum. Sanki tanımam gerekir gibi, ama... Hayır."
O anda atlar şikayetlerini daha kuvvetle yinelediler. Ve rahatsızlıklarının sebebini öğrenmek için biraz dönmemiz yeterli oldu, çünkü o şey mağaradan çıkmak için o ânı seçmişti.
"Lanet olsun," dedi Random.
Onunla aynı fikirdeydim.
Ganelon boğazını temizledi, kılıcını çıkardı.
"Ne olduğunu bilen var mı?" diye sordu sessizce.
İlk izlenimim, yaratığın yılansı olduğuydu, hem hareketlerinden, hem de bir uzantıdan çok ince bedeninin devamı gibi görünen uzun, kalın kuyruğu yüzünden. Ama dört adet iki eklemli bacağın üzerinde ilerliyordu; iri, kötücül görünüşlü pençeleri vardı. Dar kafası gagalıydı ve yürürken bir o yana, bir bu yana sallanıyor, bize bir solgun mavi gözünü, sonra diğerini gösteriyordu. Geniş, mor ve derimsi kanatları yanlarında toplanmıştı. Ne kılları, ne de tüyleri vardı, ama göğsünde, omuzlarında, sırtında ve kuyruğu boyunca pullu bölgeler vardı. Gaga süngüsünden kıvrılan kuyrukucuna kadar, yaklaşık üç metre görünüyordu. Hareket ederken küçük bir şıngırtı çıkarıyordu ve boğazında bir şeyin parladığını gördüm.
"Bildiğim en yakın şey," dedi Random, “hanedan armamızdaki grifon. Ama bu kel ve mor."
"Bizim ulusal kuşumuz olmadığı kesin," diye ekledim,
Grayswandir’i çekip ucunu yaratığın başı ile aynı hizaya getirerek.
Yaratık kırmızı, çatal dilini fırlattı. Kanatlarını birkaç santimetre kaldırdı, sonra yine indirdi. Başı sağa sallanınca kuyruğu sola sallanıyordu, sonra sola ve sağa, sonra sağa ve sola ilerledikçe neredeyse hipnotize edici, akıcı bir etki yaratıyordu.
Ama bizden çok atlarla ilgileniyor gibiydi, çünkü rotası bizim yanımızdan atlarımızın titreyerek, ayaklarını vurarak bekledikleri yere uzanıyordu. Araya girmek üzere hareket ettim.
O anda, şahlandı.
Kanatlarını açtı, kaldırdı, aniden rüzgar yakalamış gevşek yelkenler gibi yayıldı. Arka ayaklarının üzerinde duruyordu ve tepemize dikilmişti, daha önce kapladığı alanın dört katını kaplıyormuş gibi görünüyordu. Ve sonra korkunç bir çığlık attı, kulaklarımı çınlatan bir av ya da meydan okuma çığlığı. Bununla beraber o kanatlarını vurdu ve sıçradı, bir süre havada kaldı.
Atlar fırlayıp kaçtılar. Hayvan ulaşamayacağımız mesafedeydi. Ancak o zaman o parlak çakmanın ve şıngırtının ne anlama geldiğini fark ettim. Hayvan mağaraya uzanan uzun bir zincirle bağlanmıştı. Zincirinin kesin uzunluğu o anda akademik bir meraktan daha acil bir sorun oluşturuyordu.
Hayvan tıslayarak, kanat çırparak ve düşerek ötemize geçerken döndüm. Kısa süren atılmasında gerçekten uçmasına yetecek kadar hız kazanamamıştı. Yıldız ile Ateşejderi’nin ovalin uzak ucuna gerilediklerini gördüm. Diğer yandan Random’ın atı Iago, Desen’e doğru fırlamıştı.
Hayvan yine yere dokundu, Iago’yu kovalayacakmış gibi döndü, bizi bir kez daha incelermiş gibi göründü ve yerinde dondu. Bu sefer çok daha yakındı, dört metreden az. Başını eğdi, bize sağ gözünü gösterdi, sonra gagasını açtı ve yumuşak bir gaklama çıkardı...


25 Şubat 2020 Salı

Tekboynuzun İşareti / Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #3

Tekboynuzun İşareti

Tekboynuzun İşareti’nden…

"Senden, Caine’e yazılmış, orada olmasını rica ediyor. Evet, anlıyorum. Hiç şüphesiz..."
"Hiç şüphesiz," diye bitirdim. “Hem benim el yazımı da andırıyor doğrusu... en azından ilk bakışta."
"Oraya ilk varan sen olsaydın acaba ne olurdu?"
"Muhtemelen hiçbir şey," dedim. “Sağ ve kötü durumda olurdum... öyle görülüyor ki beni bu halde istediler. İşin sırrı oraya doğru sırayla varmamızı sağlamaktı ve ben olanları kaçıracak kadar yavaş gitmemiştim."
Başıyla bana katıldı.
"Zamanlamanın inceliğine bakılırsa," dedi, “durumu yakından bilen, buradan, saraydan biri olmalı. Bir fikrin var mı?"
Gülümseyip bir sigara çıkardım. Yakıp, tekrar güldüm.
"Ben daha yeni döndüm. Sen başından beri buradaydın," dedim. “Bugünlerde benden en çok nefret eden kim?"
"Bu can sıkıcı bir soru, Corwin," dedi. “Herkesin bir kuyruk acısı var. Normal şartlar altında Julian’ı aday gösterirdi. Ama bu duruma pek uymuyor."
"Nedenmiş o?"
"Caine’le o çok iyi anlaşıyorlardı. Yıllardır. Birbirlerini beraber takılırlardı. Su sızmazdı aralarından. Julian soğuk, küçük hesaplar peşinde ve en az anımsadığın kadar iğrençti. Ama eğer sevdiği biri vardıysa, o Caine’di. Bunu, sırf seni kötü duruma düşürmek için bile olsa ona yapacağını sanmıyorum. Hem tek arzusu onu öldürmek olsa bunu yapmak için başka birçok yol seçebilirdi."
İçimi çektim.
"Sırada kim var?"
"Bilmiyorum. En ufak bir fikrim yok."
"Peki. Gelecek tepkileri nasıl yorumluyorsun?"
"Hapı yuttun, Corwin. Ağzınla kuş tutsan da herkes senin yaptığını düşünecektir."
Başımla cesedi işaret ettim. Random başını olumsuz anlam da salladı.
"Pekâlâ, suçu üzerine yıkmak üzere Gölge’den bulup getirdiğin salağın teki olabilir." .
"Biliyorum," dedim. “Ne ilginçtir ki, Amber’e dönüşümle, kendimi avantajlı bir konuma yerleştirmek için ideal bir zamanda varmış oldum."
"Mükemmel bir zamanda," diye doğruladı Random. “İstediğini elde etmen için Eric’i öldürmen bile gerekmedi. Şans yüzüne güldü."
"Evet. Yine de buraya ne yapmak için geldiğim bir sır değil ve özel silahlarla donanmış ve buraya yerleştirilmiş olan yabancı askerlerimin çok olumsuz duygular uyandırmaya başlaması an meselesi. Beni bundan koruyan, şu ana kadar harici tehdidin varlığı oldu. Üstüne üstlük, bir de gelişimden ön yaptığımdan kuşku duyulan şeyler var... Benedict’in izcilerini katletmek gibi. Bir bu eksikti..."
"Evet," dedi Random, “daha ağzını açtığın anda anladım. Sen ve Bleys yıllar önce Amber’e saldırdığınızda, Gerard donanmanın bir kısmını, sizin yolunuzu açacak şekilde kaydırmıştı. Halbuki Caine seninle savaşa tutuşup donanmanı batırdı. Şimdi o öldüğüne göre, sanıyorum tüm donanmanın başına Gerard’ı geçireceksin."
"Başka kimi geçirebilirim ki? Bu işe uygun tek adam o."
"Bununla birlikte..."
"Bununla birlikte. Tamam, kabul ediyorum. Eğer konumu mu güçlendirmek için birisini öldürecek olsaydım, mantıklı seçim Caine olurdu. Bu doğru, kahrolasıca gerçek."
"Bunun altından nasıl kalkacaksın?"
"Herkese olanları anlatıp ardında kimin olduğunu keşfetmeye çalışacağım. Daha iyi bir fikrin var mı?"...


24 Şubat 2020 Pazartesi

Avalon’un Tüfekleri / Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #2

Avalon'un Tüfekleri

Avalon’un Tüfekleri’nden…

Asırlar önce orada yaşamıştım. Bu uzun, karmaşık, gururlu ve acı dolu bir hikâyedir ve geri kalanını anlatacak kadar yaşarsam daha sonra da değinebilirim.
Yaralı şövalyeye ve altı ölü adama rastladığımda Avalon’uma yaklaşmaktaydım. Eğer yanlarından geçip gitmeyi tercih etmiş olsaydım, altı adamın ölü yattığı ve şövalyenin çizik bile almadan durduğu bir yere, ya da şövalyenin öldüğü altı adamın güldüğü bir yere de ulaşabilirdim. Kimisi gerçekte hiç önemi olmadığını, çünkü bunların hepsinin olasılıklar olduğunu, dolayısıyla hepsinin de Gölge’de bir yerlerde var olduğunu söylerler.
Muhtemelen Gerard ve Benedict haricinde, erkek ya da kız işlerimden bir teki bile arkasına dönüp bakmazdı. Ama dünyadayken az çok yufka yürekli olmuştum. Her zaman böyle değildim, ama belki de onca yılımı geçirdiğim Gölge Dünya beni bir nebze yumuşatmıştı, belki de Amber zindanlarında geçen yıllarım bana bir şekilde insan acılarının niteliğini anımsatmıştı. Bilmiyorum. Tek bildiğim, bir zamanlar arkadaşım olmuş birine böylesine benzeyen birini yaralı görüp de, yanından geçip gidemeyeceğimdi. Bu adamın kulağına kim olduğumu fısıldasam, adımın lanetlendiğini duyabilirdim, kederli bir hikâye işiteceğimse muhakkaktı.
Tamam öyleyse. Bedelin bu kadarını ödeyecektim: Onu ayağa kaldıracak, sonra yoluma devam edecektim. Hiç zarar gelmeyecek, bu Öteki’nde belki küçük bir iyilik yapılmış olacaktı.
Orada öylece oturup onu izledim ve birkaç saat sonra uyandı.
"Merhaba," dedim mataramın kapağını açarak. “Biraz daha içer misin?"
"Teşekkürler." Bir elini uzattı. İçerken onu seyrettim ve matarayı geri verdiğinde bana, "Kendimi tanıtmadığım için beni mazur görün. İyi durumda değildim..." dedi.
Seni tanıyorum," dedim ona. “Bana Corey de."
Sanki “Nereli Corey?" diyecekmiş gibi göründü, ama sormanın daha iyi olduğuna karar verdi ve başıyla onayladı.
"Pekâlâ, Sör Corey," diyerek rütbemi düşürdü. “Sana teşekkürlerimi sunmak isterim."
"Daha iyi olduğun gerçeği ile teşekkürümü aldım ben," dedim ona. “Yiyecek bir şeyler ister misin?"
"Evet, lütfen."
"Yanımda biraz kurutulmuş et var, gerçi ekmek çok taze değil," dedim. “Bir de koca bir parça peynir. Dilediğince ye."
Ona uzattım ve öyle yaptı.
"Ya sen, Sör Corey?" diye sual etti.
"Ben zaten yedim, sen uyurken." Manalı manalı etrafıma bakındım. Gülümsedi.
"...Ve altısını birden kendi başına mı yendin?" dedim. Başıyla evetledi.
"İyi gösteri. Seninle ne yapacağım şimdi?"...


23 Şubat 2020 Pazar

Amber’de Dokuz Prens / Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #1

Amber'de Dokuz Prens

Amber’de Dokuz Prens’ten…

Danimarka Eyaleti'ne bir çürük kokusudur çökmüştü...
Bir araba kazası olduğu geldi aklıma. Hem de feci bir kaza... Sonra kapı ışığın içeri girmesine izin vererek açıldı ve kirpiklerimin arasından eli şırıngalı bir hemşire gördüm.
Yatağımın yanına yaklaştı; koyu renk saçlı, koca elleri olan bir hippi karısıydı.
Tam yanıma geldiğinde doğruldum.
"İyi akşamlar," dedim.
"Şey... iyi akşamlar," diye karşılık verdi.
"Ne zaman taburcu oluyorum?" diye sordum.
"Bunu doktora sormam gerekecek."
"Sor o zaman," dedim.
"Lütfen kolunuzu sıvayın."
"Sağ ol, kalsın."
"Bir iğne yapmak zorundayım."
"Hayır değilsin. İhtiyacım yok."
"Korkarım bunu söylemek doktora düşer."
"O zaman çağır buraya da söylesin. Bu arada, iğneye izin vermeyeceğim."
"Korkarım bu konuda emir aldım."
"Eichmann da almıştı, bak başına neler geldi," dedim ve başımı ağır ağır iki yana salladım.
"Pekâlâ," dedi. "Bunu haber vermem gerekecek..."
"Lütfen öyle yap," dedim. "Hazır gitmişken, ona yarın taburcu olmaya karar verdiğimi de söyleyiver."
"Bu imkânsız. Yürüyemiyorsunuz bile... ve iç kanama geçirdiniz..."
"Görürüz," dedim. "İyi geceler."
Kadın yanıt vermeksizin vınlayıp gitti. Ben de orada yattım, düşünüp taşındım. Görünüşe göre bir tür özel yerdeydim... demek ki birileri faturayı ödüyordu. Kimleri tanıyordum? Gözümün önüne ne bir akrabam geliyordu, ne de arkadaşlarım. Geride ne bırakmıştım? Düşmanlar mı?
Bir an düşündüm.
Hiç.
Bana böyle bir iyilik yapmayı düşünecek hiç kimse yoktu. Aniden anımsadım: Arabamla bir uçurumdan aşağı uçmuş ve gölü boylamıştım. Tüm anımsayabildiğim buydu. Sonra ben...
Kendimi zorladım ve yine ter boşandı.
Kim olduğumu bilmiyordum.
Ama kendimi meşgul etmek için oturdum ve tüm sargıları söktüm. Sargıların altında sağlam görünüyordum ve yapılacak doğru şey bu gibi gözükmüştü. Karyolanın başından söktüğüm demir bir çubuğu...


22 Şubat 2020 Cumartesi

Boyalı Kuş / Jerzy Kosinski

Boyalı Kuş

Boyalı Kuş’tan…

Sonunda yakaladılar. Sincap, debeleniyor, ısırıyor, kendini sonuna kadar savunuyordu. Çocuklar eğildiler, bir bidon dolusu benzini üstüne boşalttılar. Korkunç bir şey hazırladıklarını anladım, umutsuzca sincabımı kurtarma yolları aradım. Geç kalmıştım. Çocuklardan biri omzunda taşıdığı ateş dolu kutudan bir demet yanar çalı aldı, sincaba dokundurdu; hayvan hemen parladı. Alevlerden kurtulmak için zıplıyor, korkunç inlemeleri içimi parçalıyordu. Alevler gövdesini kaplamıştı. Kuyruğu birkaç saniye daha sallandı, kömürleşen minicik gövde yerde yuvarlandı. İşi bitmişti. Çevresine doluşan çocuklar gülüyor, bir sopanın ucuyla yanık gövdeyi dürtüyorlardı.
Beni görmeye gelecek kimsem de kalmamıştı artık. Sincabımın ölümünü Marta'ya anlattım, söylediklerimi kavrayamadı. Kendi kendine bir dua okudu, sonra ölümü evden uzaklaştırmak için kullandığı sihirli cümleyi mırıldandı. Ona göre ölüm, evin çevresinde dolaşıyor ve içeri girmeye çalışıyordu.
Marta hastalandı. Kaburgaların altında, kalbin bir daha çıkmamacasına hapsedildiği, kanat çırptığı kafesin olduğu yerdeydi ağrısı. Tanrı'nın ya da Şeytan'ın yeryüzündeki günlerine son vermek için böyle bir ağrı gönderdiklerini söyledi bana. Marta'nın yılan gibi deri değiştirip, neden yeni bir hayata başlamadığını düşünüyordum. Bunu söylediğimde çok kızdı, beni lanetledi, Tanrı'ya küfreden bir çingene ve Şeytan'ın piçi olduğumu söyledi. Ona göre hastalık, hiç beklenmedikleri bir sırada insanlara yapışırdı. Arabada giderken arkanıza oturabilir; ormanda böğürtlen toplarken sırtınıza çıkar, kayıkla ırmağı geçerken sudan fırlayıverirdi. Görünmeyen, bu çok kurnaz hastalık havadan, sudan, insanlardan ya da hayvanlardan gövdenize süzülüverirdi. Ya da, Marta ürkütücü bir bakışla beni süzdü, bir gaga burnun üstündeki iki kara gözden size geçiverirdi. Çingene ya da büyücü gözü diye anılan bu gözler, sakatlık, veba ve ölüm taşıyıcısıydı. Bu yüzden kendisinin de çiftlik hayvanlarının da yüzlerine bakmamı yasaklamıştı. Bunu istemeyerek yapmışsam, haç çıkarmam ve üç kez yere tükürmem gerekiyordu.
Yoğurduğu hamur ekşirse kudururdu. Beni büyü yapmakla suçlar, iki gün ekmek vermezdi. Gözünün içine bakıp da onu kızdırmamak için kulübede gözlerim kapalı yürür, eşyalara çarpar tekneleri devirir, dışarda da çiçeklerin üstüne basar, keskin ışığın körleştirdiği böcekler gibi dört yana toslardım. Bu arada Marta da, yerden hayvan pisliklerini toplar ateşin üzerine atardı. Duman odaya yayılırken büyülü sözlerle kötü ruhları kovmağa çalışırdı. Uğursuzluğu başından attığını söylerdi. Bunda haklı olmalıydı. Çünkü hemen sonra yaptığı ekmeğin hiçbir eksiği görülmez, iyi kabarırdı.
Marta ağrıları ve hastalığı atlattı. Boyuna inatçı bir savaş veriyor, onlara karşı koyuyordu. Ağrılar yeniden geldiğinde, bir parça çiğ et alıp ince ince kesip bir toprak testinin dibine koyuyordu. Güneş batmak üzereyken çektiği kuyu suyunu da üstüne döktükten sonra testiyi kulübenin bir köşesine gömüyordu. Et çürüyene kadar, birkaç gün ağrılardan kurtulduğunu söylüyordu...


21 Şubat 2020 Cuma

Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı / John Berger

Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı

Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı’ndan…

Bütün bunları abarttığımı mı sanıyorsunuz? Son elli yılda, burjuva toplumunda gelişen insanlık dışı baskılar altında, ussal olmayan şeylere karşı müthiş bir açlık belirdi. Picasso'nun yaşam boyu dostu olan Jaime Sabartes, onun yarı-resmî bir yaşam öyküsünü yazmıştır. Sabartes, Picasso'yu tanrıların efsanevi dünyasına şöyle yüceltiyor:
Picasso zamanın akışını engelleyebilseydi, bütün saatler durur, saniyeler yok olur, günler sona erer, dünya dönmesini durdurarak onun bu kararından vazgeçmesini beklerdi. Ve dünyayı durduran gerçekten Picasso'ysa, bu bekleyiş boşuna olurdu. Ben Picasso'yu böyle görüyorum ve o böyle kalmalı. Yazgısının peşinden özgürce gidebilmesi için gereklidir bu...2
Başlangıçta şaşırtıcı gelse de, Picasso üzerine uzmanların görüşü, özünde halk arasındaki yaygın görüşe çok benzer. Uzmanlar Picasso’nun yapıtlarına değer verebilirler; ama her fırsatta bize Picasso'yu yalnızca bir ressamdan başka —ya da öte— bir şey olarak sunarlar.
İspanyol şairi Ramon Gomez de la Serna, 1932'de dostu Picasso üzerine şunları yazıyor:
Doğduğu kent olan Malaga’da, Picasso'nun aslında ne olduğuna ilişkin bir açıklama buldum; onun ne ölçüde bir boğa güreşçisi olduğunu —en iyi boğa güreşçileri çingenelerdir— ve yaptığı şey ne olursa olsun, bunun gerçekte boğa güreşinden başka bir şey olmadığını anladım.
Jean Cocteau, 1950'li yılların sonlarında şunları yazıyordu:
Bir nesneler alayı gider Picasso'nun peşinden; tıpkı hayvanların Orfe'nin peşine takılıp gitmeleri gibi. Ben Picasso'yu böyle sunmak isterim işte: Ne zaman yeni bir nesneyi ele geçirse, alışkanlığın gözüyle tanınamayacak bir biçime girmeye zorlar onu. Biçimlerle oynayan bu büyücümüz, çöp toplayıcıların kralı kılığında, işine yarayacak bir şeyler bulmak için sokakları talan eder.
Ben de resmi sözcüklerle anlatmanın güçlüğünü, imge ve eğretilemelere yaslanmanın gereğini herkes kadar takdir ediyorum. Ancak Picasso'nun arkadaşlarının kullandığı imgelerin hepsi resim sanatını aşağılıyor gibidir. İnsan bunları okudukça giderek kendi başlarına Picasso yapıtlarının önemsiz olduğu duygusuna kapılıyor. Arkadaşlarından biri —İspanyol heykeltraş Manolo— açıkça şöyle diyor: "Picasso için resim bir yan uğraştır aslında.”
Bir çok başka ilgi alanı bulunsa, Picasso enerjisini resimle bu diğer alanlar arasına bölüyor olsa, bu söz anlamlı olurdu. Hatta Picasso, kendisini temelde başkalarıyla kurduğu ilişkilerde dışa vuran son derece sosyal biri olsa, bu söz gene biraz anlam taşıyabilirdi. Ancak durum hiç de böyle değildir. Picasso tek yönlüdür; büyülü bir gücün eline düşmüş bir adam gibi çalışır ve tüm ilişkileri şu ya da bu ölçüde sanatının gereklerine uydurulmuştur.
O halde açıklama nedir? Picasso yaratıcılığına hayrandır ve kendini ona adamıştır. Yarattığı şey —bitmiş ürün— ikincil önem taşır. Bu, tüm sanatçılar için bir dereceye kadar geçerlidir kuşkusuz; diğer sanatçıların da bir yapıta duydukları ilgi, yapıt biter bitmez söner. Ancak Picasso'nun durumunda bu, çok daha belirgindir


20 Şubat 2020 Perşembe

Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret / Aldous Huxley

Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret

Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret’ten…

Dediğim gibi, Cesur Yeni Dünya’ya giden en kısa ve en geniş yol, nüfus aşırılığı ve insan sayısının hızlı artışı arasından geçiyor –bugün iki milyar sekiz yüz milyon, yüzyılın sonunda beş buçuk milyar olacak, insanlığın çoğu anarşiyle totaliter denetim arasında bir seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kalacak. Ama eldeki kaynaklar üzerinde rakamların artan baskısı, bizi totaliterizme doğru iten tek güç değil.
Özgürlüğün bu kör biyolojik düşmanı, tam da o kadar övündüğümüz teknolojik ilerlemelerin ürettiği son derece kuvvetli güçlerle ittifak içindedir. Haklı olarak övündüğümüz eklenebilir; çünkü bu ilerlemeler, dehanın ve ısrarlı sıkı çalışmanın, mantığın, hayal gücünün ve riyazetin meyveleridir –tek sözcükle, kişinin hayranlıktan başka bir his duyamayacağı, ahlaksal ve zihinsel erdemlerin meyveleri. Ama eşyanın tabiatı öyledir ki, bu dünyada kimse hiçbir şeyi bedelini ödemeden alamaz.
Bu şaşırtıcı ve hayranlık verici ilerlemelerin de bedelinin ödenmesi gerekiyor. Aslında, geçen yılın çamaşır makinesi gibi, hâlâ bu bedeli ödüyoruz –ve her bir taksit bir öncekinden daha yüksek. Birçok tarihçi, birçok sosyolog ve psikolog Batılı insanın teknolojik ilerleme için ödemesi gereken ve ödemeye devam edeceği bedel hakkında uzun uzadıya ve derin kaygıyla yazdı. Örneğin, politik ve ekonomik iktidarın gitgide merkezileşip yoğunlaştığı toplumlarda demokrasinin gelişmesinin çok zor beklenebileceğine değiniyorlar.
Ama teknolojinin ilerlemesi, tam da iktidarın böyle bir merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına götüregeldi ve hâlâ götürmektedir. Toplu üretim daha verimli hale getirildikçe, gitgide daha karmaşık ve pahalı olmaya yönelmektedir –dolayısıyla da kısıtlı araçları olan girişimci için daha erişilmez olmaya. Ayrıca, toplu üretim, toplu dağıtım olmadan işleyemez, ancak en büyük üreticilerin tatmin edici biçimde çözebileceği sorunlar doğurur. Toplu üretim ve toplu dağıtımın dünyasında Küçük Adam, eldeki yetersiz sermaye stokuyla, büyük bir dezavantaja sahiptir.
Büyük Adam’la rekabet içinde parasını ve sonunda da bağımsız üretici olarak varlığını kaybeder. Büyük Adam onu yutar. Küçük Adamlar ortadan kalktıkça, gitgide daha çok ekonomik güç, gitgide daha az insan tarafından kullanılır olur.
Bir diktatörlükte, ilerleyen teknoloji ve bunun sonucunda Küçük İş’in yok olmasıyla olanaklı kılınan Büyük İş, Devlet tarafından kontrol edilir –yani küçük bir grup parti yöneticisi ve asker, polis ve onların emirlerini yerine getiren memurlar tarafından. Amerika Birleşik Devletleri gibi kapitalist bir demokraside ise, Profesör C. Wright Mills’in “İktidar Seçkinleri” dediği öbek tarafından kontrol edilir. Bu “İktidar Seçkinleri”  


Arthur C.Clarke

Arthur Charles Clarke (16 Aralık 1917, Minehead - 19 Mart 2008, Kolombo), İngiliz Şövalyelik Nişanı'na yani "Sir" ünvanına sahip İngiliz mucit ve bilimkurgu yazarıdır. Mysterious World adlı İngiliz televizyon serisinin yapımcılığını ve sunuculuğunu da yapmıştır. Clarke, Robert A. Heinlein ve Isaac Asimov'la birlikte, bilimkurgunun "üç büyük yazar"ından biri olarak kabul edilmektedir.

1941-1946 yılları arasında Kraliyet Hava Kuvvetleri'nde radar eğitmeni ve teknisyeni olarak çalışmıştır. 1945 yılında teklif ettiği "uydu iletişim sistemi" önerisinden dolayı 1963'te Franklin Institute Stuart Ballantine'den altın madalya kazandı. Bugün cep telefonlarımız için kullandığımız uydu sistemleri Clarke'ın buluşudur yani. 1947-1950 yılları arasında ve daha sonra tekrar 1953'te "British Interplanetary Society" (İngiliz Gezegenlerarası Topluluğu) başkanlığı yapmıştır.

Clarke dalışa olan merakından dolayı 1956 yılında Sri Lanka'ya yerleşti ve ölümüne dek orada yaşadı. 1998 yılında İngiliz Krallığı tarafından şövalye ilan edildi ve 2005 yılında Sri Lanka'nın en yüksek sivil onuru Sri Lankabhimanya ile onurlandırıldı.

Arthur C.Clarke Kitapları:

1- Kara Güneş / Against the Fall of Night (1948, 1953) The City and the Stars'ın özgün versiyonu.
2- Prelude to Space (1951)
3- Şafak Projesi Phobos / The Sands of Mars (1951)
4- Islands in the Sky (1952)
5- Son Nesil / Çocukluğun Sonu / Childhood's End (1953)
6- Earthlight (1955)
7- Şehir ve Yıldızlar / The City and the Stars (1956)
8- The Deep Range (1957)
9- Susuz Deniz / A Fall of Moondust (1961)
10- Dolphin Island - A Story of the People of the Sea (1963)
11- Glide Path (1963)
12- 2001: Bir Uzay Macerası / 2001: A Space Odyssey (1968)
13- Rama ile Buluşma / Rendezous with Rama (1973)
14- Imperial Earth (1976)
15- The Fountains of Paradise (1979)
16- 2010: Uzay Efsanesi 2 / 2010: Odyssey Two (1982)
17- The Songs of Distant Earth (1986)
18- 2061: Uzay Efsanesi 3 / 2061: Odyssey Three (1987)
19- Cradle (1988)
20- Rama Dönüyor / Rama II (1989)
21- Beyond the Fall of Night (1990)
22- The Ghost from the Grand Banks (1990)
23- Rama Bahçesi / The Garden of Rama (1991)
24- Rama'nın Sırrı / Rama Revealed (1993)
25- The Hammer of God (1993)
26- Richter 10 (1996)
27- 3001: Son Efsane / 3001: The Final Odyssey (1997)
28- Tetik / The Trigger (1999)
29- The Light of Other Days (2000)
30- Time's Eye (2003)
31- Sunstorm (2005)
32- Firstborn (2007)
33- The Last Theorem (2008)

19 Şubat 2020 Çarşamba

Glenn Meade

Son yıllarda yazdığı polisiyelerle tanınan ve adından söz ettiren Glenn Meade, 1958 Finglas, Dublin doğumludur. Profesyonel anlamda yazmaya 80'li yılların başında tiyatro oyunu yazarı olarak başlamıştır. Oyunları Dublin'de bulunan Strand Theatre'da sergilenmiştir. Daha sonraları Aer Lingus için pilot eğitmenliği yapmış, ardından The Irish Times ve Irish Independent gazetelerinde çalışmıştır. Gazetecilik serüveniyle birlikte yazma tutkusu daha fazla körüklenmiş ve 90'lı yılların başında yazmaya başladığı ilk romanı Brandenburg 1994 yılında yayınlanmıştır. Türün eleştirmenleri tarafından oldukça başarılı bulunan bu polisiye romanın ardından Meade, hiç hız kesmeden yazmaya devam etmiş ve en iyi romanlarını ortaya çıkarmıştır.

Glenn Meade Kitapları:

1- Brandenburg
2- Kar Kurdu (Snow Wolf)
3- Sakkara'nın Kumları (The Sands of Sakkara)
4- 8.Gün (Resurrection Day)
5- Buz Kapanı (Web of Deceit)
6- Şeytanın Müridi (The Devil's Disciple)
7- İkinci Mesih (The Second Messiah)
8- Seconds to Disaster (Ray Rohan ile birlikte yazmıştır, Türkçe'ye çevrilmedi)
9- Romanov Komplosu (Romanov Conspiracy)
10- Son Tanık (The Last Witness)
11- Huzursuz Hayaletler (Unquiet Ghosts)

Bir Masum Menekşe / Kathryn Kramer

Bir Masum Menekşe

Bir Masum Menekşe’den…

Kralına ne olacağını öğrenmek zorundaydı. Adamların olabildiğince yakınına sokularak nasıl bir komplo kurulduğunu öğrenip sonra da Richard’ı uyarmayı umdu.
“Bir krala benzemek mi? Sanırım,” dedi karanlıktaki adam ve güldü. “Gloucesterlı Richard’m tahta çıkacağı kimin aklına gelirdi ki? Edvvard'ın iki oğlu Edward ile Richard’dan bahsetmeden bile, taht sırasındaki ağabeyi, Clarence Dükü George varken Richard’ın tacı taktığını göreceğini düşünen çok az kişi vardı.”
“Yine de taktı, dostum. George vatan haini ilan edildikten sonra bir fıçı şarap içinde boğuldu, oğlu ise tahttan sonsuza dek men edildi. Sonra da Edward’ın ölümü ve iki prensin de, babalarının Elizabeth’le evlenmeden önce başka bir kadına sadakat yemini etme aptallığının evliliğini geçersiz kılmış olması yüzünden gayrimeşru ilan edilmeleri. Burada ölü bir ağabey, orada bir piç ve taç avcuna düşüverdi işte. Öyleyse neden benimkine de düşmesin ki? Hem bunun en güzel yanı, Richard’m benim yoluma çıkabilecek herkesi ortadan kaldırarak bana yardım etmiş olması.” “Kendisi hariç herkesi ortadan kaldırdı.” Sesi iğneleyiciydi. “Bunu da senin yardımınla halledeceğim. Birlikte, Richard her şeyi yapabilecek, hatta ağabeyinin oğullarını öldürtebilecek kadar aşağılık bir canavar gibi görünene kadar bu topraklara huzursuzluk tohumlan ekeceğiz.”
Böyle büyük bir haksızlık karşısında Madrigal’ın neredeyse soluğu kesildi. Richard nazik bir adamdı, o asla ağabeyine zarar vermezdi. Yeğenlerini piç ilan etmesi İngiltere’nin iyiliği içindi. Geçmişte o kadar çok kan dökülmüş, taç uğruna o kadar çok savaş yapılmıştı ki. Edvvard’ın evliliğinin geçersiz olduğu bir kez söylendikten sonra Lancasterlılarla Yorklular arasında yine savaş olacaktı. Richard, kan dökülmesini engellemek ve tacın Edward’ın her fır-şatta Richard’m hakkından gelmeye çalışan kraliçesinin ailesi olan Woodvillelerin eline düşmesini önlemek için tahtı ele geçirmişti. Prensler ise güvenli bir şekilde Londra Kulesi’ne yerleştirilmişlerdi ama bu onların kendi güvenliği içindi. Richard kendi yeğenlerini asla öldürmezdi. Bu iki adam dünyadaki herhangi birinin böyle bir şeye inanabileceğini nasıl düşünebilirlerdi ki?
Diğer adam Madrigal’ın düşüncelerinin sesi oldu. “Hiç kimse Richard’m kendi yeğenlerini öldüreceğine inanmaz. Neden öldürsün ki? Onları zaten gayrimeşru ilan etti bile. Ölümleri ona kazançtan çok kayıp getirir. Hatta her hapşırdıklarında hasta olabileceklerinden ya da ateşlenebileceklerinden korktuğunu söyleyecek kadar ileri bile gidebilirim.”
Dükün sesi daha da alçalıp bir fısıltıya dönüştü, Madrigal da onu duyabilmek için daha yakma gitmeye cesaret etmek zorunda kaldı.
“Peki ya prensler kuleden kaybolurlarsa, o zaman ne olur? Richard’m gözetimindeler. Eğer onlann öldüğü söylentisi çıkarsa suçlu bulunur.”