29 Şubat 2020 Cumartesi

Amber Kanı / Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #7

Amber Kanı

Amber Kanı’ndan…

Keskin ucu parçalandıktan sonra kabzayı fırlatıp attım. En zayıf nokta olduğunu düşündüğüm mavi denizden duvara karşı hiçbir işe yaramamıştı. Ayaklarımın dibinde birkaç küçük kıymık yatıyordu. Onları aldım ve birbirine sürttüm. Çıkış yolum bu değildi. Tek çıkış noktası, geldiğim yol gibi görünüyordu ve işe yaramıyordu.
Odama, yani mağaraların uyku tulumumu koyduğum kısmına döndüm. Ağır, kahverengi bir şey olan tulumun üzerine oturdum, bir şarap şişesinin tıpasını açıp içtim. Duvarı yontarken terlemiştim.
O sırada Frakir bileğimde kıpırdandı, biraz çözüldü, sol avucuma kaydı ve hâlâ elimde duran iki mavi parçaya dolandı. Çevrelerinde düğüm oldu, sonra sarktı ve sarkaç gibi sallanmaya başladı. Şişeyi bir kenara bırakıp izledim. Çizdiği yay, ev dediğim tünel doğrultusunda uzanıyordu. Belki bir tam dakika boyunca sallandı. Sonra yukarı çekildi, elimin sırtına gelince durdu. Parçaları orta parmağımın dibine bıraktı ve bileğimdeki normal saklanma yerine döndü.
Bakakaldım. Titreşen gaz lambasını kaldırdım ve taşları inceledim. Renkleri...
Evet.
Derinin üzerindeyken, bir süre önce Yeni Çizgi Moteli’nden aldığım, Luke’un yüzüğündeki taşa benziyorlardı. Tesadüf mü? Yoksa bir bağlantı mı vardı? Boğma ipim bana ne anlatmaya çalışıyordu? Ve bunlara benzer başka bir taşı nerede görmüştüm?
Luke’un anahtarlığı. Üzerinde, bir metal parçasına kakılmış mavi bir taş vardı... Peki bir diğerini nerede görmüştüm?
İçinde tutsak olduğum mağaralar, Koz Kartlarını ve Logrus büyüsünü engelleme gücüne sahipti. Luke bu duvarların taşlarından parçaları yanında taşımışsa, muhtemelen özel bir sebebi vardı. Başka ne özelliğe sahip olabilirlerdi?
Belki bir saat boyunca taşların doğası hakkında bir şeyler öğrenmeye çalıştım, ama Logrus dürtüklemelerime direndiler.
Sonunda sıkılarak onları cebime attım, biraz ekmek peynir yedim ve bir yudum daha şarap içtim.
Sonra ayağa kalktım ve bir tur daha atarak tuzaklarımı denetledim. Burada, bir ay gibi gelen bir süredir tutsaktım. Bütün bu tünelleri, koridorları, odacıkları adımlamış, bir çıkış yolu aramıştım. Hiçbiri çıkış yolu değildi. İçlerinde çılgınca koştuğum ve soğuk duvarlarında parmak boğumlarımı kan içinde bıraktığım anlar olmuştu. Yavaş yavaş yürüdüğüm, çatlakları ve çizikleri araştırdığım zamanlar olmuştu. Girişi tıkayan kayayı defalarca yerinden oynatmaya çalışmıştım ama faydası olmamıştı. Yerine bir kamayla kıstırılmıştı ve kıpırdatamıyordum. Şimdilik buradayım gibi görünüyordu.
Tuzaklarım...
Hepsi son denetlediğimde bıraktığım gibiydi. Doğanın kayıtsızca çevrede saçılı halde bıraktığı kayalar; yükseğe kaldırılmış, depodaki sandıklardan aldığım, gölgelerin maskelediği pakel sicimlerinden birine dikkatsizce basan biri olursa yerlerinden kurtulmaya hazır kayalar.
Biri mi?
Luke, elbette. Başka kim olabilir? Beni tutsak eden oydu.
Ve geri dönerse -hayır, geri döndüğü zaman- bubi tuzakları bekliyor olacaktı. Silahlıydı. Onu girişin altında bekleşeni, tepedeki konumunda avantajlı olacaktı. Hayır, olmaz. Orada olmayacaktım. Peşimden gelmesini sağlayacaktım ve sonra...
Biraz huzursuzlanarak odama döndüm.
Ellerimi başımın arkasında kenetleyerek uzandım ve planlarımı gözden geçirdim. Kayalar bir adamı öldürebilirdi, ama ben Luke’un ölmesini istemiyordum. Son zamanlara kadar -Caine Amcam’ı öldürdüğünü ve Amber’deki akrabalarımın geri kalanını yok etmeye kararlı göründüğünü öğrenene kadar- Luke’u iyi bir dost olarak görmeme rağmen bunun duygusallıkla ilgisi yoktu. Caine, Luke’un babasını öldürmüştü -Brand amcamı- diğerlerinden herhangi birinin memnunlukla öldüreceği bir adamı. Evet, Luke -ya da artık bildiğim ismiyle, Rinaldo- kuzenimdi ve aile içi kan davalarımızdan birine karışmak için sebebi vardı. Yine de, herkesi öldürmeye niyetlenmesi bana biraz aşırı gelmişti...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder