30 Ekim 2018 Salı

Gündüzsefası / Sarah Jio

Gündüzsefası

Gündüzsefası'ndan...

Kendimi yalnız ve terk edilmiş hissediyordum.
İnşa etmekte olduğu teknenin gövdesi üzerinde çömelmiş olan yeni komşum Collin’e baktım. Bir tahta parçasını uzun, telaşsız hareketlerle zımparalıyordu. Hipnotize olmuş bir şekilde onu seyrederken, aniden başını kaldırıp gülümsedi. Yanaklarımın kızardığını hissederek başımı başka yöne çevirdim. Saat hâlâ erkendi ve sabah saatlerinde is-keledekiler kendi halinde, içine kapanık olurlardı. Buranın dile getirilmeyen kuralları vardı. Bir süre gölü seyrettikten sonra, daha fazla söz dinletemediğim gözlerim benden izin almaksızın yeniden Collin’in üzerinde gezinmeye başladılar. Giydiği V yakalı beyaz tişörtü terden ıslanmıştı.
İnce pamuklu kumaşın altındaki göğsünün ve kaslarının hatlarını görebiliyordum. Elinin tersiyle alnını sildi. Gözlerimiz tekrar buluşmadan önce bakışlarımı kaçırdım ve ayaklarımı gölün soğuk suyunda ileri geri salladım. Su, fazla miktarda siyahla karıştırılmış bir şişe kobalt mavisi boya gibi karanlıktı. Öne doğru eğilip her zamanki gibi suyun altındakileri görmeye çalıştım. Ama tek görebildiğim bulanık ve dalgalı yansımamdı. Kendimi güçlükle tanıyabilmiştim. O an, nasıl olup da bu yüzen eve geldiğimi ve böylesine yalnız kaldığımı merak ettim.
Dexter ile tanışmam tamamen tesadüf eseri olmuştu. O evrak çantasını unutmuş olmasaydı, ben kahve almak için tam da dokuz buçukta dışarı çıkmasaydım, Beşinci Cadde’deki inşaat ekibi Madison Sokağı yolunu kapatmasaydı ve yağmur hızmı arttırmasaydı, yollarımız asla kesişmeyecekti.
9 Mart 1956’da, Bay Dexter Wentworth’ün bindiği taksi bir şekilde hayatıma girerek tam önümde durdu. “Yağmurda durma, içeri gel. Seni gideceğin yere götüreyim,” dedi Dexter, arabanın camını indirerek. Benden yaklaşık yirmi yaş büyüktü ve dört köşe çenesi, biçimli suratı, sık, koyu renk saçlarıyla korkutucu derecede yakışıklıydı. Derinden gelen, soğukkanlı bir sesle konuşuyordu. Bir film yıldızı gibi sakin ve kendinden emindi.
“Ama hemen şu köşedeki kafeye kadar gidiyorum,” dedim tereddütle, bir yandan da saçımı düzeltiyordum. Bayan Higgins ne düşünür? Şüphesiz aynı taksiyi paylaşmak şöyle dursun, yabancı bir adamla konuşmak bile kızlara özgü görgü okulunun kurallarını çiğnemek demekti. Ama yağmur şiddetini iyice arttırmıştı ve Dexter taksinin kapısını açarak bana elini uzattı.
“Tamam,” dedim. “Teşekkür ederim.”
Arabanın içi sıcaktı. İçeride parfüm ve puro karışımı bir koku vardı. “Senin gibi güzel bir kızın bu havada dışanda ne işi var?”
“Kahve almaya çıkmıştım,” dedim. “Öğretmenim için.” Eğlenmişe benziyordu. “Öğretmenin mi?”


29 Ekim 2018 Pazartesi

Mor Salkımlı Ev / Halide Edip Adıvar

Mor Salkımlı Ev

Mor Salkımlı Ev'den...

Her insana var olduğunu ilk defa idrak ettiren başka başka vak’alar vardır. Etraftaki eşyanın veya hadiselerin zaman zaman hafızada çakıp sönen bir şimşek ışığı içinde göründüğü yaş, galiba şahsa göre değişiyor. Bu küçük kızın kafasında çakan şimşekler, inanılmayacak kadar erken başlar fakat çok fasılalıdır.
Hafızasında hayat, kendini kayda başladığı ilk devrin hiç unutamayacağı zemini, Beşiktaş’da, doğduğu evde başlar. Bu ev, Ihlamur’a giden uzun caddeye inen, birbirine muvazi dik yokuşlardan birinin hemen hemen tepesindedir. Bu evden sonra gelen kocaman kırmızı kâgir konak, bu yokuşun son evidir. Tepenin solu koyu yeşil çamlar, nazlı söğütler arasında Abdülhamid’in Beyaz Saray’larını görürken sağ tarafı Adalar Denizi’nin mavi sularına bakar.
Evin kendisi, çocuğun hafızasında Mor Salkımlı Ev yaftasını taşır. Bu ev, yarım asırdan ziyade, bazan da her gece, bu küçük kızın rüyalarına girmiştir. Arka taraftaki bahçeye nazır pencereler, çifte merdivenlerin sahanlıklarındaki ince uzun pencereleri, baştan başa mor salkımlıdır ve akşam güneşinde mor çiçekler arasında camlar birer ateş levhası gibi parlar.
Bahçe, iki geniş mustatil terastır. Esasen yokuştaki bütün evlerin bahçeleri ta caddeye kadar birbirine bakan birer yeşil terastır. Küçük kızın bahçesinin üst terasında, başları göğe değer gibi görünen uzun fıstıklar, akasyalar, aralarında iki tane, rüzgâr estikçe kırıtır gibi ipek tüyleri hareket eden pembe-beyaz gülibrişim, çiçek açmış yemiş ağaçları, ortalarında bir tane, alev çiçekli nar ağacı vardı. Bunların ortasında yuvarlak küçük bir havuz; karşı karşıya iki beyaz mermer arslanın ağzından durmadan bu havuza billur sular akar ve güvercin, kumru sesleri ile karışır, bazan da fıstıkların dallarını harekete getirerek inleyen rüzgârın nağmesi ile birleşerek, sabah ve akşam bir tabiat musikisi dinlersiniz. Aşağıdaki terasa üç dört adım merdivenle inilir. Evin bahçeye açılan kapısı ile bahçenin arkasındaki boş sırta açılan kapı arasında, çakıl döşeli ve üstü asma çardaklı dar bir yol vardır. Yeşil, sarı üzüm salkımlarının ve zümrüt gibi yaprakların arasından sızan ışık ve yeşil gölgenin içinde küçük kız, sabah akşam oynar durur. Alt terasta da bir havuz, rengârenk yemiş ağaçları, iki tane gülibrişim ve bir de yine alev çiçekli nar ağacı vardır.
Sabahın ilk saatlerinde, burada dolaşan, çiçek ve ağaç sulayan, bir alay güvercine yem veren bir kadın görürsünüz. Bu kadın, küçük kızın anneannesidir. İşte Haminne diye torunlarının hitap ettiği kadının kısaca portresi:
Eyüpsultanlı Nakiye Hanım. Oradaki Mevlevî Tekkesi ile ailesi alâkadardır. En fazla bağlı olduğu ve belki de karakterine en fazla tesir yapan adam, oranın türbedarı olan dayısıdır. Babası, Şekercibaşı veyahut Tatlıcıbaşı imiş. Yıllar geçtikçe Haminne’nin ruhuna Mevlevîliğin hâkim olduğunu küçük kız sezmiştir. Kimseye fena lâkırdı söylemez, hiddet etmez, en kuvvetli itirazını yahut takdirini: “Yediği nane macununa bak,” diye ifade eder. Namazını muntazam kılar ve oruç tutar, fakat dinî gösteriş hiç yapmaz. Bazı namazlarda küçük kız, Haminne’ nin başında 


23 Ekim 2018 Salı

Tatlı Yalan / Jamie McGuire

Tatlı Yalan

Tatlı Yalan'dan...

Bu yabancının daha fazla bir şeye dönüştüğü her saniye bağımsızlığım biraz daha elden gidiyordu. Yaptığım her şeyi Jackson'a rapor etmem hakkmdaki düşünceler art arda açılan televizyon kanalları gibi aklımdan geçiyordu. Binlerce kilometreyi salt başka bir ilişkiye zincirleneyim diye tepmemiştim.
Dudaklarımı birbirlerine bastırdım. "Ben," Yap, yapsa-na, hadi işte, eğer şimdi yapmazsan sonra saçını başım yolacaksın, "duygusal olarak müsait değilim."
Thomas başıyla onayladı, ayağa kalktı ve oturma odasına gidip ses çıkarmadan giyinmeye başladı. Bir elinde ayakkabıları, diğer elinde anahtarları yatak odamın kapısında durdu, kravatı yamulmuş bir halde boynundan sarkıyordu. Gözümü dikip bakmamayı denedim ama yapamadım, onun her santimetresini ezberleyip hayatım boyunca fantezisini kuracaktım.
Başını eğip bana baktı ve küçük bir kahkaha attı. Yüzünde hâlâ beni yargılayan bir ifade yoktu. "Boktan bir pazartesi gününü muhteşem bir sürpriz sonla bitirdiğin için teşekkürler." Arkasına dönmeye başladı.
Battaniyeyi üstüme çekip doğrularak oturdum. "Sorun sende değil. Sen harikaydın."
Bana bakmak için döndü, gölgede kalan yüzünde ukala bir gülümseme vardı. "Benim için endişelenme. Buradan kendimden şüphe ederek çıkmıyorum. Bana gerekli uyarıyı yaptın. Daha fazlasını beklemiyordum."
"Bir saniye beklersen seni geçiririm."
"Yolu biliyorum. Burası benim apartmanım. Birbirimizle bir daha karşılaşacağımızdan eminim."
Yanaklarım bembeyaz oldu. "Bu apartmanda mı oturuyorsun?"
Tavana baktı. "Tam senin üstünde."
Yukarıyı işaret ettim. "Bir üst katta mı demek istiyorsun?"
"Evet, ve," dedi utangaç bir gülümsemeyle," benim dairem tam seninkinin üstünde. Ama genelde evde olmuyorum zaten."
Yutkundum, dehşete kapılmıştım. Yükümlülük getirmeyen tek gecelik ilişki buraya kadarmış. Tırnağımla oynamaya başlayıp söyleyecek bir şeyler bulmaya çalıştım. "Tamam... o zaman, eee, iyi geceler yani, herhalde, ha?"


22 Ekim 2018 Pazartesi

Kızıl Tepe / Jamie McGuire

Kızıl Tepe

Kızıl Tepe'den...

Öğle yemeğinde Dana çoktan ameliyata girip çıkmıştı bile. Christy, onu açıp yapabilecekleri hiçbir şey olmadığını anlayınca tekrar kapattıklarını söyledi. Şimdi de iyileşmeyeceğini söylemek için uyanmasını bekliyorlardı.
"Erkek arkadaşı hâlâ onunla," dedi Christy. "Annesiyle babası akrabalarını ziyarete gitmişler. Yetişe bileceklerinden emin değiller."
"Tanrım!" dedim, irkilerek. Böyle bir durumda, kızlarımın birinden bile uzakta olup onu hayattayken son bir kez göremeyeceğimden endişe ettiğimi hayal edemiyordum. Silkinip kendime geldim. Tıp alanında çalışıyorsanız hastalarınızın kişisel hayatı hakkında düşünme lüksünüz yoktur. Aksi takdirde gördükleriniz fazla yakın, fazla gerçek bir hal alırlar.
Christy, "Şu yeni gribi duydun mu? "dedi. "Bütün haberlerde ondan bahsediliyor."
Başımı hayır anlamında salladım. "Grip olduğunu sanmıyorum."
"Şu Avrupalı bilimciyle bir alakası olduğunu söylüyorlar. Aşırı bulaşıcıymış diyorlar."
"Söylüyorlar, diyorlar; onlar kim Tanrı aşkına? Bana panik çıkarmaya çalışan boşboğazlarmış gibi geldi."
Christy gülümseyip gözlerini devirdi."Onlar aynı zamanda salgının sınırlarımızı aştığını da söylediler.Kaliforniya'da bazı vakalar görülmüş."
"Gerçekten mi?"
"Öyle diyorlar," dedi. Çağrı cihazı öttü. "Kahretsin, işler yoğunlaşmaya başladı!" Bir düğmeye bastı, üst katı aradıktan sonra da gitti.
Bir saat içinde hastane ana baba günü olmuştu.Acil servise durmadan yeni hastalar geliyor, radyolojidekiler başlarını kaldıramıyordu.David acil servisten gelenlerle ilgilenebilmemiz için başka bir teknisyen çağırdı, geri kalan herkes yatan ve ayakta tedavi gören hastalarla ilgileniyordu.
Sebebi her neyse bütün kasaba çıldırmış gibiydi. Araba kazaları, dövüşler ve bulaşıcı bir virüs aynı anda peyda olmuştu. Acil servise altıncı defa giderken radyoloji bekleme odasının önünden geçtim ve duvardaki televizyon ekranının önüne üşüşmüş bir grup insan olduğunu gördüm.


21 Ekim 2018 Pazar

Araf / Jamie McGuire

Araf

Araf'tan...

Adresini söylemekten özenle kaçınması dikkatimi çekmişti. Garipti. Belki de garip falan değildi; belki de onun hakkında itiraf etmek isteyeceğimden daha fazla meraklanmıştım. O an hiçbir şey düşünmediğimi fark ettim; bu yabancının beni bilinçsizce oyalamasına minnettardım.
"Bu arada ben Jared," diyerek gülümsedi elini bana uzatırken.
"Nina."
"Aman Tanrım, ellerin buz gibi!" dedi elleriyle ellerimi sıkıca tutarak.
Yüzündeki olağanüstü sıcak gülümsemeyi fark edince ellerimi geri çektim. Bir süre onu izledim, tehlikede olabileceğimi söyleyen iç sesimi dinledim, fakat hissettiğim tek şey meraktı.
Yaptığı şeyin farkına varıp gülümseyerek özür diledi.
Saçlarımı kulağımın arkasına atıp camdan dışarıya bakmaya başladım. Dışarıda rüzgâr kuvvetlice esiyor, kar tanelerini oradan oraya uçuruyordu. Görüntü daha da üşümeme sebep olunca sımsıkı montuma sarındım.
"Brown hı?" diye sordu Jared. Cep telefonu cebindeyken titreyince yeniden çıkardı telefonunu.
Kafamı salladım. "Brown." Bana bakmaya devam ettiğinden, daha fazlasmı söyledim. "İşletme bölümü."
Gözlerimiz buluşunca istenmeyen misafirden kaynaklanan gerginliğin kalanı da yok olup gitti. Ağladığımı yeni fark etmiş gibi görünüyordu sanki.
"İyi misin?"
Kafamı aşağı eğip tırnaklarımla oynamaya başladım.
"Babamı bugün gömdük." Birden, bu kadar kişisel bir şeyi neden bir yabancıyla paylaştığımı bilmediğimi fark


20 Ekim 2018 Cumartesi

Handan / Halide Edip Adıvar

Handan

Handan'dan...

Handan babasına doğru kemal-i sükûnetle yavaş yavaş ilerledi ve onun dizine dayandı. Büyük, ciddi gözünü benden hiç ayırmıyordu. O zamanki hayatımda en parlak hatırladığım Handan’ın ince vücudu, solgun ve yuvarlak çehresi, gözlerinin birer açık Mekke taşı parlaklığı ve onları birer badem gibi şakaklarına doğru çeken sıkı örgüleri idi. Gözlerindeki manayı delmek kabil olamadı. Bilmem ne kadar, korkak, bekledim. Fakat birdenbire eğildi, kollarını boynuma attı. İşte bu küçük kolların boynuma atılışı kalbimdeki yetim sefaleti tamamen sildi ve ilk busemizle kalbimiz birbirinin oldu. İşte o günden beri küçük büyük, Handan’ın ruhundaki bütün değişikliklere şahit oldum. Handan ta dünyayı görebildiğim zamandan beri tahassüs tarzlarıma bile o kadar hâkim olmuş, o kadar benliğimin her zerresine sarılmış, o kadar şahsiyeti ile şahsiyetime istediği rengi ve şekli vermiştir ki, âdeta bende onun bir resmi yaşar ve çok zaman bazı şeyleri görüp işiten Handan mı, ben mi bilemem.
Ertesi gününden Handan’la beraber ders odasına geçtim. Bu, duvarlarına kadar mürekkep sıçramış, masası, sandalyeleri aşınmış sevgili odadan ne kadar çehreler geldi geçti. Sakallı, sakalsız, sarıklı Kuran ve Arabi hocaları; bazen çılgın, hoppa, bazen kuru ve korkunç İngiliz mürebbiyeleri; Ermeni, Macar, İtalyan daha bilmem ne cins musiki hocaları! Biz dört çocuk hep aynı hocadan aynı tahsili görüyorduk, fakat Handan hepimizi arkada bıraktı. Bugün bizim tahsilimizi kazısan bir lisan, biraz da edebiyat bulursun. Fakat Handan öyle değildi. Onda öğrenmek bir ihtirastı. Bilmek, daima bilmek, yalnız kitaplarda değil, tabiatta, insanlarda her şeyi, görünmez şeyleri bilip anlamak için onda ebediyen susamış bir dimağ vardır. Fakat âlim kadınların kuru dimağı değil, Refik. Onda bildiği şeyleri seven, derâguş eden bir şefkat, bir kadın kalbi vardır. Ağaç, nebat, deniz, yıldız, insan ve hayvan, o kadar bildiği şeyleri ruhunda seven bir derâguş içinde saklar.
Bir iki lisan öğrenip biraz piyano çalıp çekildikten sonra onun öğrenmek iştiyakı her gün daha şiddetle artıyordu. Ona daha âlim, daha yüksek hocalar tutuyorlardı. Ve en nihayet en son hocası da zavallı Nâzım oldu. Musiki, edebiyat, felsefe, içtimaiyat, daha bilmem ne hep onunla ikmal etti. Nâzım, Handan’ın hayatında bir his, efkâr ve sanat mürebbisi olarak da kalmadı, daha ileri gitti. Elem mürebbisi, hayat mürebbisi oldu. Handan’ın hayatında Nâzım’a taalluk eden kısımlara geldiğim zaman birçoğunu da Handan’ın o zamandan kalan mektuplarıyla nakledeceğim.
Handan’ın erkekten kaçmak zamanı geldiği vakit alelade, bizim gibi kaçmadı. Teyzem taassubun bütün şiddeti ile çocuklarını en eski dostlarından, hatta akrabadan kaçırırken Handan babasının birçok dostlarıyla hâlâ oturur, konuşurdu. Bunların çoğu ihtiyar ve muhterem adamlardı. Fakat Handan onları pek iyi anlardı; hepsiyle ayrı ayrı pek iyi dosttu. İhtiyar birtakım efendiler vardı ki, geldikleri zaman Cemal Bey’den evvel Handan Hanım’ı sormaları tabii bir hâl olmuştu. Sanki Handan bunların yaşanmış yaşanmamış bütün rüyalarını, hülyalarını anlamış, yaşamıştı; o kadar onların bütün hayatlarına iştirak eden bir ciddiyetle onlarla dosttu ve bunlar arasında en çok dostu da Selim Bey’di.
Selim Bey’in senelerden beri yalnızca evini idare eden bir ihtiyar teyze ile yaşadığını belki bilirsin. Maltepe’de uzak bir köşkün silkit kucağında sessizce yaşar. Etrafında birçok, rüyaları solmuş ihtiyarlarla rengin rüyalı gençler ve musikişinaslar vardır. Gömülmüş hülyaları, gayeleri olanlarla yeniden sanat, şiir ve hayat binaları kurmak isteyenler en tabii vatanlarını 


19 Ekim 2018 Cuma

Yörünge / Tess Gerritsen

Yörünge

Yörünge'den...

Katı yakıtlı yardımcı roketlerin şimşeği andıran gürültüsünün ve yörünge kapsülünün diş gıcırtısına benzeyen sesinin ardından, iptal komutu uçuş uzmanı Emma Watson'in zihninde öyle açık bir biçimde çakmıştı ki, bu haberleşme cihazından bağırılmış bile olabilirdi. Aslında mürettebattan hiç kimse sözcüğü yüksek sesle söylememişti, ama Emma o anda seçimin yapılması gerektiğini, hem de çabucak yapılması gerektiğini anlamıştı. Henüz kararı, kokpitte önünde oturmakta olan Komutan Bob Kittredge'dan ya da pilot Jill Hewitt'ten duymamıştı. Buna gerek öz yoktu. Bir ekip olarak. birbirlerinin zihnini okuyabilecek kadar uzun süredir çalışıyorlardı ve mekiğin kontrol panelinde yanıp sönen turuncu uyarı ışıklan bir sonraki hareketlerini belirtiyordu.
Birkaç saniye önce Endeavour, atmosferin direncine karşı ilerleyen yörünge kapsülünün şiddetle sarsılmaya başladığı, fırlatma sırasında en fazla aerodinamik baskının hissedildiği Max Q'ya ulaşmıştı. Kittredge, titreşimleri hafifletmek için kısa bir süreliğine gücü tekrar yüzde yetmişe düşürmüştü. Şimdiyse kontrol panelin deki uyarı ışıkları üç ana motorlarından ikisini kaybettiklerini söylüyordu. Hâlâ çalışan bir ana motorları ve iki katı yakıtlı yardımcı roketleri olmasına karşın asla yörüngeye oturamazlardı.
Kalkışı iptal etmek zorundaydılar.
"Kontrol, burası Endeauour,"dedi Kittredge, duru ve sakin bir sesle. En ufak bir endişe belirtisi bile yoktu. "Gazı artıramıyorum. Sol ve merkezdeki ana motorlar Max Q'dayken gitti. Köşeye sıkıştık. RTLS[1] modunda iptal edeceğiz.
"Anlaşıldı. Endeavour. İki ana motorun devre dışı kaldığını doğruluyoruz. Yardımcı roketlerin yakıtlarının tükenmesinin ardından RTLS iptaline geçin."
Emma aceleyle denetleme listesinin sayfalarını karıştırmaya başlamıştı bile ve "Kalkış Alanına Dönüş Modunda İptal" için olan kartı bulup çıkardı. Mürettebat prosedürün her adımını ezbere biliyordu, ama acil bir iptal işleminin baş döndürücü hızında çok önemli bir hareket unutulabilirdi. Bu liste onların sigortalarıydı.
Emma, kalbi deli gibi çarparak, listeden maviyle çizilmiş uygun eylem planını buldu, iki ana motor bozukken RTLS iptalinden sağ çıkılabilinir gibi görünüyordu ama yalnızca teorik olarak. Üstüne. bir dizi mucizenin gerçekleşmesi gerekiyordu. İlk önce yakıtı boşaltıp dev dış yakıt tankından ayrılmadan önce son ana motoru da devre dışı bırakmak zorundaydılar. Sonra Kittredge'ın yörünge kapsülünü baş aşağı, fırlatma alanına bakar pozisyona getirecekti. Ve onları güvenli bir biçimde Kennedy'ye indirmek için tek bir şansı olacaktı. En ufak bir hata Endeavour'in denize gömülmesine yeterdi.
Yaşamları artık Komutan Kittredge'in ellerindeydi.
Sürekli Uçuş Kontrol'le haberleşerek iki dakika işaretine yaklaşırlarken. sesi hiç titremiyor, hatta biraz sıkılmış geliyordu. Bu, bir sonraki tehlike noktasıydı. CRT[2] ekranında Pcc50 sinyali yanıp sönmeye başladı. Katı yakıtlı yardımcı roketler programa uygun olarak yakıtlarını tüketiyorlardı.
İticiler son yakıtı da tüketirken Emma bir anda şaşırtıcı hız kaybını hissetti. Sonra, yardımcı roketler küçük bir patlamayla tanktan ayrılırken pencerede çakan parlak ışığa gözlerini kısarak baktı...
indir

18 Ekim 2018 Perşembe

Sona Kalan / Tess Gerritsen

Sona Kalan

Sona Kalan

Sona Kalan'dan...
On dört yaşındaki Will Yablonski'nin karanlık New Hampshire tarlalarından birinde uzaylıları aradığı gece aslında ölmüş olması gerekirdi.
Will o geceki avı için gerekli tüm malzemeleri temin etmişti. Üç yıl önce daha henüz on bir yaşındayken kendi elleriyle yaptığı teleskopu yanındaydı. İşe kalın, seksen tanecikli zımpara kâğıdıyla başlamış, cama şekil verip, pürüzsüzleştirmek ve cilalamak için kâğıdı giderek daha da inceltmişti ve teleskopun bütününü tamamlamak tam iki ayım almıştı.
Babasının yardımıyla kendi altazimut lamelini yapmıştı. Yirmi beş milimetrelik merceğini eniştesi Brian hediye etmiş, sonra da Will'e gökyüzünün açık olduğu gecelerde akşam yemeğinden sonra bu aleti tarlaya taşımasında yardımcı olmuştu. Ne var ki Brian Enişte bir gece kuşu olmaktan ziyade erkenci bir tavuktu ve saat akşam onu vurduğunda çoktan gece olduğunu söyleyip, yatağına yatmış olurdu.
Will için, bu hazine avının modası hiçbir zaman geçmedi. Kendini hâlâ tüm ekipmanı Brian Eniştesiyle evin dışına çıkarıp, giderek kararan açık havada kurduklar, ilk gün kadar heyecanlı hissediyor ve her defasında, içinde o gecenin Neil Yablonski Kuyrukluyıldızı'nı bulacağı gece olacağına dair bir inanç taşıyordu. İşte o zaman verdiği çabaya değiyordu; sıcak çikolata ve şekerlerle ayakta tutmaya çalıştığı sayısız gece nöbetlerinin bir anlamı oluyordu. Hatta Maryland'deki eski sınıf arkadaşlarının onun için söyledikleri aşağılayıcı sözler bile daha çekilebilir oluyordu. Şişko. Hep böyle Pofuduk Şeker olarak kalacaksın.
Her zaman yaptığı gibi alacakaranlığın hemen ardından kuyrukluyıldız avına çıkmıştı. Bu vakti özellikle seçiyordu çünkü yıldızlar güneş battıktan hemen sonra ya da doğmadan hemen önce daha çok görülüyorlardı. Şimdi artık güneş batalı saatler olmuştu ve buna rağmen Will bir tanecik bile yıldız görememişti.
Geçip giden birkaç uydu ve hafifçe yanıp sönen bir meteor görmüştü ama bu işe başladığından beri gökyüzünde henüz görmediği bir şeye rastlamamıştı. Teleskopun ucunu farklı bir yere çevirip Canes Venatici Takımyıldızının en altta duran yıldızına baktı. Namı diğer Av Köpekleri Takımyıldızı. Bir an babasının bu takımyıldızının adım söylediği geceyi anımsadı. Her ikisinin de şafak sökene dek oturup, termoslarındaki çayı yudumlayarak bir şeyler atıştırdıkları o soğuk...
Will birden olduğu yerde doğruldu ve arkasına baktı. O ses de neydi öyle? Bir hayvan mıydı yoksa ağaçların arasında esen rüzgâr mı? Bir an öylece kalıp, etrafa kulak kesildi ama gece eski sessizliğine yeniden gömülmüştü. Hatta öyle sessizdi ki, aldığı her nefes duyabildiği en güçlü sesti. Brian Enişte, Will'i bu ormanın son derece güvenli olduğu konusunda ikna etmeyi becermişti ama gecenin bir yarısı bu karanlıkta... Will' in aklına türlü türlü keskin dişli yaratık geliyordu. Kara ayılar. Kurtlar. Panterler.
Will huzursuzlanarak teleskopunun ucundaki görüntüyü değiştirdi. O an merceğin ucunda aniden bir ışık topu belirdi. Buldum! Neil Yablonski Kuyrukluyıldızı.
Hayır. Hayır, seni aptal. O bir kuyrukluyıldız değil. Baktığı şeyin M3 küresel yıldız kümesi olduğunu fark ederek hayal kırıklığı içinde derin bir iç çekti. Neyse ki gelip görmesi için Brian Enişte'yı uyandırmamıştı. Aksı çok utanç verici olabilirdi. O sırada duyduğu bir dal sesi yeniden olduğu yerde hızla dönmesine sebep oldu. Ormanın içinde hareket eden bir şey vardı. Kesinlikle bir şey vardı.
İşte tam da o anda meydana gelen patlama onu öne doğru fırlattı. Will çimen kaplı yere yüzüstü kapaklandı ve patlamanın etkisiyle bir süre kıpırdamadan yerde yattı. O an bir ışık parladı ve kafasını kaldırdığında ağaçların turuncu bir korla ışıl ışıl yandığını gördü. Ensesine tıpkı bir canavarın nefesi gibi bir sıcaklık çarpıyordu. Will arkasına döndü...
indir

17 Ekim 2018 Çarşamba

Siliniş / Tess Gerritsen

Siliniş

Siliniş

Siliniş'ten...

Jane önce tekerlekli sandalyeye, sonra onu itecek olan beyaz saçlı gönüllü kadına baktı. Zavallı ihtiyar kadın, diye düşündü, asıl ben seni itiyor olmalıydım. İsteksizce yataktan kalktı ve tekerlekli sandalyeye yerleşti. Bu arada kadın serum şişesini yerinden çıkarıp sandalyeye aktardı. Jane bu sabah Hilly Wayne Eollo'yla boğuşuyordu; şimdiyse Sheba kraliçesi gibi ortalıkta dolaştırılıyordu.

Ne utanç verici! Koridorda ilerlerken kadının ciğerlerinden gelen hırıltıyı duyuyor, nefesindeki leş gibi sigara kokusunu algılıyordu. Ya çöküp kalırsa? Ya ilk yardım müdahalesi gerekirse? O zaman sandalyeden kalkabilirim; yoksa bu da mı kurallara aykırı? Koridorda yanından geçtikleri herkesin bakışlarından kaçınmaya çalışarak sandalyeye biraz daha gömüldü. Bakmayın bana, diye düşündü. Bu zavallı ihtiyar kadını bu kadar yorduğum için kendimi suçlu hissediyorum zaten.

Gönüllü kadın, Jane'in sandalyesini asansöre itti ve başka bir hastanın yanma bıraktı: Kendi kendine mırıldanıp duran beyaz saçlı bir adam. Jane, adamın göğüs çevresine sarılmış Posey kayışlarının onu sandalyeye bağladığını gördü. Tanrım, diye düşündü, tekerlekli sandalye kurallarıyla ilgili gerçekten ciddilermiş. Kalkmayı denersen seni bağlıyorlar! Yaşlı adam ona öfkeyle baktı.

Neye bakıyorsun öyle sen, hanım? "Hiçbir şeye," dedi Jane. "O zaman bakmayı kes." "Peki."

Yaşlı adamın arkasında duran zenci hasta bakıcı güldü "Bay Bodine herkesle öyle konuşur, hanımefendi. Sizi rahat sız etmesine izin vermeyin."

Jane omuz silkti. "İşimde çok daha fazla tacizle karşılaşıyorum." Ah, bana doğrulttukları silahlardan ve sıktıkları mermilerden söz etmeme gerek var mı? Bay Bodine'la göz göze gelmemeye çalışarak bakışlarını karşıya dikti ve değişen kat numaralarını izledi.

Bu dünyada kendi işleriyle ilgilenmeyen çok fazla insan var, diye söylendi ihtiyar. "Bir sürü işgüzar. Sürekli bakıp dururlar."

Yeter ama Bay Bodine, dedi hasta bakıcı, "kimse sizi bakmıyor." "O bakıyordu."

Seni neden bağladıklarına şaşmamak gerek, yaşlı ördek diye düşündü Jane. Asansör kapısı zemin katta açıldı ve gönüllü kadın, Jane'i dışarı itti. Koridorda Tanısal Görüntüleme'ye doğru ilerlerken, yanlarından geçenlerin bakışlarını hissedebiliyordu Sağlıklı insanlar iki ayak üzerinde yürürken, tekerlekli sandalyede oturan bu zavallıya acıyarak ve merakla bakıyorlardı. Tekerlekli sandalyeye mahkûm olan herkes için durun böyle mi? diye düşündü. Her zaman acıyan bakışlara maruz kalıyorlar?

Arkasında tanıdık bir sesi duydu. "Sen neye bakıyorsun öyle, bayım?" Ah, lütfen, diye düşündü. Bay Bodine da Tanısal Görüntüleme 'ye gidiyor olmasın. Ama koridorda ilerlerken ve köşeyi dönerken yaşlı adamın homurtularını hâlâ duyabiliyordu. Gönüllü, Jane'i bekleme odasına bıraktı ve yaşlı adam yine yanındaydı. Sakın ona bakma, diye düşündü Jane. O tarafa bile bakma.

Ne, burada benimle konuşmak zorunda mı bırakıldın? diye sordu adam. O burada değilmiş gibi yap.

Ah, demek ben burada değilmişim gibi yapıyorsun.

Bir kapı açıldığında ve mavi üniformalı bir kadın teknisyen bekleme salonuna girdiğinde, Jane rahatlayarak başını kaldırdı. "Jane Rizzoli?" "Benim." "Dr. Tam birkaç dakika sonra burada olacak. Sizi şimdi odaya götürüyorum. "Ben ne olacağım?" diye sızlandı ihtiyar.

Sizin için henüz hazır değiliz, Bay Bodine, dedi kadın.

Jane'in tekerlekli sandalyesini kapıya doğru döndürdü. "Sabırlı olun."

Ama işemem gerekiyor, lanet olasıca!

Evet, biliyorum, biliyorum...

indir

Ruh Koleksiyoncusu / Tess Gerritsen

Ruh Koleksiyoncusu

Ruh Koleksiyoncusu

Ruh Koleksiyoncusu'ndan...
Robinson’ın yüzü aniden büyük bir coşkuyla aydınlandı. “Öğrenmek mi? Her şeyi! Yaşı, sağlık durumu. Nasıl bir yöntemle muhafaza edildiği. Eğer şanslıysak ölüm nedenini bile öğrenebiliriz.” 
“Adli tıp uzmanı bu yüzden mi burada?”
Kalabalık çok gözlü bir yaratıkmışçasına dönerek odanın arka tarafında duran Maura'ya baktı. Televizyon kameraları ona doğru dönerken, Maura aşina olduğu o geri çekilme arzusunu hissetmekteydi.
“Doktor Isles” diye seslendi bir muhabir, “bir değerlendirme yapmak için mi buradasınız?”
“Adli Tıp neden bu çalışmaya dahil ediliyor?” diye sordu bir başkası.
Olay basın tarafından çarpıtılmadan önce son sorunun acilen yanıtlanması gerekiyordu.
Maura kararlı bir ifadeyle, “Adli Tıp’ın bu işe dahil olduğu falan yok. Bana bu gece burada olmam için kesinlikle bir ödeme yapılmıyor” dedi.
“Ama buradasınız işte” dedi Maura’nın hiç sevmediği, Kanal 5'in sarışın, irikıyım muhabiri.
“Çrispin Müzesi’nden yapılan bir davet üzerine geldim. Doktor Robinson bu araştırmada bir adli tıp uzmanının bakış açısının faydalı olabileceğini düşünüyor. Bu yüzden geçen hafta beni arayıp taramaya eşlik edip edemeyeceğimi sordu, inanın bana, hiçbir patolog böyle bir fırsatı kaçırmaz. Bayan X beni de en az sizin kadar büyülüyor ve onu görmek için sabırsızlanıyorum.” Bakışlarını müze küratörüne dikti. “Artık başlamamız gerekmiyor mu doktor Robinson?”
Adama bir kaçış yolu sunmuştu, Doktor Robinson da bunun üzerine atladı. “Evet. Evet, artık zamanı geldi. Benimle gelir misiniz Doktor Isles?”
Maura kalabalığın arasından geçti ve Doktor Robinsonu takip ederek radyoloji servisine girdi. Kapı arkalarından kapanarak onları basından uzaklaştırırken Robinson iç geçirdi.
“Tanrım, toplum önünde konuşmak hiç bana göre değil” dedi adam. “Bu işkenceye bir son verdiğiniz için teşekkürler.”
“Bu konuda deneyimliyim. Hem de fazlasıyla”
El sıkıştılar. “Sonunda sizinle tanışmak benim için bir zevk doktor Isles” dedi Robinson. “Bay Crispin de siziyle tanışmayı çok istiyordu, ancak birkaç ay önce kalça ameliyatı oldu ve uzun süre ayakta duramıyor. Size selam söylememi istedi.”
“Beni davet ettiğinizde bu kalabalığın karşısında çıkmam gerekeceğini söylememiştiniz. ”
“Basını mı kastediyorsunuz?” Robinson sıkıntılı bir ifadeyle Maura'ya baktı. “Basın gerekli bir bela.”
"Kimin için gerekli?”
“Müze olarak ayakta kalabilmemiz için. Bayan X hakkındaki haberlerden sonra bilet satışlarımız tavan yaptı. Üstelik henüz onu kamuoyuna teşhir etmeye bile başlamadık.”
Robinson labirenti andıran koridorlar boyunca Maura’ya yol gösterdi. Bu pazar gecesinde radyoloji servisi sessiz, önünden geçtikleri odalar da karanlık ve boştu.
“İçerisi biraz kalabalık olacak” dedi Doktor Robinson. “Küçük bir grup için bile fazla yer yok."
“Başka kimler olacak içeride?”
indir

Cerrah / Tess Gerritsen

Cerrah

Cerrah

Cerrah'tan...
Kadının açıklamasındaki uyarı tonunu fark etti Moore. Bu uyarının neden kaynaklandığını, kadın polislerin sürekli olarak karşılaştıkları alay ve kuşkuların onları nasıl hemen savunmaya ittiğini anlıyordu. Aslında, kadına meydan okumaya hiç mi hiç niyeti yoktu. Bu işte birlikte çalışmaları gerekecekti ve kimin diğerini yöneteceğini tartışmak için henüz çok erkendi.
"Bana diğer ayrıntıları anlatabilir misin?" dedi saygılı bir ton tutturmaya dikkat ederek.
"Kurban bu sabah saat dokuzda, South End, Worcester Sokağı'ndaki dairesinde bulundu," dedi Rizzoli başını huysuzca sallayarak. "Evinden birkaç blok ötedeki Celebration Çiçekçisi'ndeki işine genellikle altıda gidermiş. Annesi ve babasına ait bir aile işletmesi. Sabah görünmeyince, annesi ile babası endişelenmiş. Abisi bakmaya gitmiş. Kardeşini yatak odasında bulmuş. Dr. Tierney ölümün geceyarısı ile bu sabah dört arasında bir saatte gerçekleştiğini tahmin ediyor. Ailesinin anlattığına göre, şu anda bir erkek arkadaşı yok ve apartmandaki komşularından hiçbiri bir erkek ziyaretçi görmemiş. Kız çalışkan bir Katolikmiş."
"Bileklerinden bağlanmış," dedi Moore kurbanın bileklerine bakarak.
"Evet. El ve ayak bilekleri koli bandıyla bağlanmış. Bulunduğunda çıplaktı. Üzerinde sadece birkaç parça mücevher vardı."
"Ne mücevheri?"
"Bir gerdanlık. Bir yüzük. Küpe. Odadaki mücevher kutusuna dokunulmamış. Cinayet nedeni hırsızlık değil."
Moore kurbanın kalçalarını enlemesine kaplayan şerit halindeki çürüğe baktı. "Kalçasından da bağlanmış."
"Belinde ve kalçasının üst kısmında da koli bandı vardı. Bir de ağzında."
Moore soluğunu boşalttı. "Tanrım." Moore, Elena Ortiz'e bakarken yeni bir genç kadın gördüğünü hissetti. Bir ceset daha, boynunda ve karnında et kırmızısı yarıklar olan bir sarışın.
"Diana Sterling," diye mırıldandı.
"Sterling'in otopsi raporunu çıkardım bile," dedi Tierney. "Belki bir göz atmak istersin diye düşündüm."
Oysa Moore göz atmak falan istemiyordu, bizzat yönettiği Sterling dosyası aklından hiç çıkmamıştı.
Bir yıl önce, Kendall ve Lord Turizm Acentesi çalışanlarından otuz yaşındaki Diana Sterling, çırılçıplak ve koli bandıyla yatağına bağlanmış olarak bulunmuştu. Boğazı ve karnının altı yarılmıştı. Cinayet faili bulunamamıştı.
Dr. Tierney inceleme lambasını Elena Ortiz'in üzerine çevirdi. Kan daha önce temizlendiğinden, kesiğin kenarları soluk pembe görünüyordu.
"Bir iz ya da ipucu?" diye sordu Moore.
"Kanı yıkamadan önce birkaç lif topladık. Yaranın kenarına yapışmış bir de saç teli bulduk."
indir

Mefisto Kulübü / Tess Gerritsen

Mefisto Kulübü

Mefisto Kulübü

Mefisto Kulübü'nden...
Kadın tereddüt etti, çünkü o kilisedeki inanan insanların arasına layıkıyla ait değildi. Ancak müzik, aynı bildik ritüellerin vaat edile sıcaklığı ve avuntusu gibi, kadım çağırıyordu. Dışarıda, karanlık sokakta tek basma durdu kadın. Noel arifesinde tek basma
Merdivenlerden yukarı çıkıp içeri girdi.
Bu geç saatte bile, kilise sıraları aileler ve gece yansı ayini için yataklarından kaldınlmış uykulu çocuklarla doluydu. Maura'nın geç girişi birçok bakışın kadına yönelmesine neden oldu ve "Adeste Fidelis"in nağmeleri yavaşça kaybolurken, kadın arka tarafta bulabildiği ilk boş yere çabucak oturdu. Giriş ilahisi başlayınca, cemaatin geri kalamyla birlikte ayakta durmak için neredeyse aynı anda tekrar kalkmaya mecbur kaldı kadın. Peder Daniel Brophy mihraba yaklaştı ve eliyle istavroz çıkardı.
"Peder, Tann'nm ve Rabbimiz Isa Mesih'in lütfü ve barışı sizinle olsun" dedi adam.
"Ve sizinle olsun" diye mınldandı Maura, cemaatle birlikte. Kiliseden uzak geçen bunca yıldan sonra bile, çocukluğunun pazar günleriyle kök salmış karşılıklar doğal bir şekilde dudaklarından akıp gidiyordu. "Rabbim bize merhamet eyle. Mesih bize merhamet eyle. Rabbim bize merhamet eyle."
Daniel onun varlığından haberdar olmamasına rağmen, kadın tüm dikkatini sadece adamm üzerine yoğunlaştırmıştı. Koyu renkli saçlanna, zarif hareketlerine, gür bariton sesine. Bu gece utanç duymadan, mahcubiyet hissetmeden onu seyredebilirdi. Bu gece gözlerini onun üzerinden ayırmadan izlemek güvenliydi. "Allahım bize göklerin egemenüğinin sevincini ver, bunu sen ve Kutsal Ruh'la birlikte sonsuza dek yaşayan ve hükmeden oğlun Mesih İsa adına senden dileriz." Tekrar sıraya oturunca, Maura boğuk öksürükler ve yorgun çocukların sızlanmalarını duydu. Bu kış gecesinde ışığın ve umudun kutlamasında sunak masasındaki mumlar titredi.
Daniel okumaya başladı. "Melek de onlara dedi: 'Korkmayın. çünkü işte, ben size bütün kavme büyük sevinci müjdeliyorum...'"
Aziz Luka, diye düşündü Maura pasajı hatırlayarak.
"'... sarılmış bir çocuk bulacaksınız; size alamet bu olsun...'" Bakışlan aniden Maura'nın üzerine takılarak durakladı. Ve kadın: Beni bu gece burada görmek bu kadar büyük bir sürpriz mi, Daniel? diye düşündü.
Adam boğazım temizledi, notlarına göz gezdirdi ve okumaya devam etti. "
'Yemlikte yatan, kundağa sarılmış bir bebek bulacaksınız."'
Artık kadımn cemaati arasında oturduğunu biliyor olmasına rağmen, adamm bakışlan tekrar kadının bakışlanyla karşılaşmadı. Ne "Cantate Domino"nun, ne "Dies Sanctifîcatus"un söylenmesi, ne adakların sunulması, ne de toplu şükran duası sırasında. Çevresindeki diğer insanlar ayağa kalkar ve komünyonu2 almak için ön tarafta sıra oluştururlarken, Maura oturduğu yerde kaldı. Eğer inanmıyorsanız, kutsanmış ekmekten payınızı almak, şarabı yudumlamak riyakârlıktı.
O zaman ne yapıyorum ben burada?
indir