8 Eylül 2017 Cuma
2 Eylül 2017 Cumartesi
Yedinci Gün / İhsan Oktay Anar
Yedinci Gün'den...
İşin tuhaf yanı, bu binânın garp tarafında, fabrikalarınkine benzer, tuğladan örülme bir baca tütüyordu. Ayrıca binadan bir buhar makinesinin sesi de gelmekteydi. Minare denilenler de, mukavemet esaslarına göre hesaplanıp dikilmiş 13 adet demir direkti ki, bunların her biri, Françe payitahtındaki o dev çelik kuleye benziyordu. Ortadaki direk en uzun olanıydı.
İşte bu direkten şimâl, cenüp, şark ve garp taraflarına doğru, aralarında 100 adım kadar mesafe olduğu hâlde üçer direk sıralanmıştı. İşte dört bir yöne uzanan direklerin tepesindeki ufkî kalaslara altışar sıra bakır tel gerilmişti. Bu altışar sıra tel, Yıldız, Kıble, Gündoğusu ve Batı rüzgârlarının etkisiyle titreşip uğulduyordu. Kambur, üstündeki örtüyü çekip hâlâ uyumakta olan Selahattin Tefricî’yi kucağına alarak dev binânın aralık kapısından içeri girdiğinde İhsan Sait, cıgaradan sararmış dişlerini göstererek sırıttı: Kâfi miktarda zengin olduğundan onu artık para değil başka şeyler heyecanlandırıyordu.
Tabakasından bir cıgara alıp yaktı ve ellerinin titrediğini gördü, çünkü heyecanlanmıştı. “Âlâ!” dedi. “Demek ki hâlâ yaşıyorum.” Ayastefanos’tan trenle Sirkeci’ye gelen İhsan Sait, Galata’ya geçip Kuledibi’nde 1902 imâlâtı yarı otomatik bir 38 kalibre Kolt ile sekiz adet mermiye yirmi lira verdi. Çünkü son altı ay içinde, kafaları kömürleşmiş olduğu hâlde on iki şeyhin öldürüldüğünü ve Dersaadet Polis Teşkilâtı’nın ne zamandan beri fâili ya da fâilleri aradığını biliyordu. Gâyet iyi bildiği diğer şey ise, emniyet teşkilâtından alacağı mükafat ve şeyhlerin cemaatlerinden koparacağı bahşişin, servetini ve itibârını ikiye katlayacağıydı. Ayrıca bunun için fazla zamanı yoktu.
Böylece Pera’da bir Börberi yağmurluk ile uzun konçlu bir çift potin satın aldı. Çünkü hava yağmura dönüyordu. Oteline dönüp uyudu. Ayastefanos’a gidecek son tren Sirkeci’den kalkmadan bir saat önce onu uyandırdılar. Az sonra garda trene binmek üzereydi. Yağmurluğunun cebinde mendile sarılı tabancası, elinde ise, içinde rüzgâra korunaklı bir petrol lambası olan çantası vardı. Yatsıya az bir zaman kala tren Ayastefanos’a varmak üzereydi.
Kompartımanda yalnız olmasına rağmen İhsan Sait, kapıyı açıp dışarıya, gelen giden olup olmadığına baktı ve koltuğuna oturduktan sonra cebinden tabancayı çıkardı. Sekiz mermi bastığı şarjörü silâha taktı ve mermiyi namluya verdi. Silâhın faâl olduğundan iyice emin olmak için sürgüyü çekip merminin atım yatağında olup olmadığına bir baktı. Çok geçmemişti ki dışarıda kondüktörün, “Sen Stefan! Sen Stefan!” diye bağırdığını işitti. Titreyen elleriyle tabancayı mendile sardı ve cebine yerleştirdi.
Az sonra perona inmişti. Tren, istasyonu terk ettiğinde yağmur çiselemeye başladı. Şark tarafında bir şimşek parıldadıktan sonra gök gümbürdeyince İhsan Sait’in dizleri titrer gibi oldu. Issız istasyonun saçağı altında çantasından petrol lambasını çıkardı ve kibritini çakıp fitili tutuşturdu. Lambanın kapağını kapatıp, iyice atıştırmaya başlayan yağmur altında perondan demiryoluna indi ve o karanlık gecede şimâle, yani Demir Minâreler’e doğru çamurlu yolda yürümeye başladı. Hedefi yarım saat kadar ilerideydi.
Ne var ki bu sırada bir sağanak indirdi. Yağmur şakırdamaya başladı. Derken az ilerisine bir yıldırım düştü ve kulakları sağır eden bir gök gürültüsü dağı taşı inletti. Gürültünün ardından İhsan Sait bir çatırtı duydu. Biraz yürüyünce, devrilmiş, alev alev yanan bir ağaç gördü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)