28 Şubat 2022 Pazartesi

Uçtu Uçtu İtfaiye Arabası Uçtu / Maj Sjowall & Per Wahlöö

 

Uçtu Uçtu İtfaiye Arabası UçtuUçtu Uçtu İtfaiye Arabası Uçtu

Uçtu Uçtu İtfaiye Arabası Uçtu’dan…

Tam bir ay sonrasıydı. Lennart Kollberg Vastberga'-daki odasında oturmuş düşünüyordu: henüz onyedisinde olan bir kız nereye gitmiş olabilirdi? İnsanlar, özellikle genç kızlar ve de genellikle yaz mevsiminde sürgit kaybolmadaydılar. Kimi bağdaş kurup oturarak afyon çekmek için oto-stopla Nepal'e dek uzandıktan, kimi Alman pornografi dergilerine çırılçıplak poz verip ceplere biraz dünyalık indirdikten, bir bölüğü de gruplar halinde kamp amacıyla kırlıklara giderek sadece ailelerine telefon açmayı unutmuş olduktan sonra, tüme yakın çoğunluk yine, sapasağlam çıkagelirdi.

Ne var ki, bu kız gerçekten kaybolmuş görünüyordu. Masanın üstündeki fotoğrafında kız gülücükler dağıtmaktaydı. Adam karamsarlık içinde düşündü: Herhalde hiç de bunca parlak olmayan bir durumda yeniden ortaya çıkacaktı. Belki ölü bir balık gibi Kanal'dan çıkaracaklardı onu veya sözgelişi, Nacka ulusal parkının bir havuzundan...

Martin Beck izindeydi ve Skacke, el altında bir yerde olmak gerekirken, ortalıkta görünmüyordu.

Dışarda yağmur yağmaktaydı. Yaprakların tozunu alan ve bir gözaydın habercisi gibi sevinçle camlan tıklatan taptaze, tertemiz bir yaz yağmuruydu bu.

Kollberg, özellikle ezici sıcaklardan sonra gelen, bu cana can katıcı yağmuru severdi. Arada açılıp güneşin bir an yüzünü göstermesine izin veren yağmur yüklü koca koca boz bulut kümelerini zevkle seyrediyordu. Derken, az sonra eve nasıl gideceğini düşünür oldu: Kaçta? En geç beşbuçukta. Yo, bu geç olur. Unuttun mu, aptal? Bugün Cumartesi!

Ve aynı anda, hiç kuşkusuz, telefon çaldı.

«Alo, abi. Ben Strömgren.»

«Hı-hıh.»

«Teleks'de bir şey var, ama ben pek çıkaramıyorum.»

«Nedir?»

«Paris'ten, abi. Şimdi çevirisini yaptırdım. Şöyle bir şey, bak: Lasalle hakkında isteminizle ilgili uyarıcı bilgi. Öğrenildiğine göre, Brüksel'den hareketle herhalde Stockholm yolunda. Ek uçak seferi yapan SN X3'ün tahminen 18:15'de Arlanda havalimanına inmesi beklenmekte. Ad: Samir Malghagh. Pasaport: Fas.»

Kollberg sessiz kaldı.

«Aslında Şef Beck için bu, ama o izinde. Ben hiçbir şey anlamadım. Ya sen, abi?»

«Evet,» dedi Kollberg. «Ne yazık ki, evet. Senin orda kaç kişi var?»

«Burda mı? Hemen hemen hiç. Benim dışımda yani. Marsta karakolunu arayayım mı?»

«Hiç yorulma,» dedi Kollberg bezgince. «Ben gerekeni yaparım. Kaç dedin? Altıyı çeyrek geçe miydi?»

«Onsekiz-onbeşte. Burda öyle diyor, abi.»

Kollberg saate bir göz attı. Dördü henüz geçmekteydi. Bol vakit sayılırdı bir bakıma.

Telefonun düğmelerine bastı ve kendi evinin numarasını çevirdi:

«Arlanda'ya gitmem gerekiyor, güzelim.»

«Hay aksi şeytan!» dedi Gun.

«En uygun deyimi buldun.»

«Kaçta dönersin?»

«Sekizden geç kalacağımı sanmam.»

«Çabuk!»

«Lafa bak! Hasta ilacını bilir, kızım. Kapa!»

«Lennart.»

«Mmm.»

«Seni seviyorum. Hoşça kal.»

Karısı telefonu öylesine çabuk kapamıştı ki, bir şey söylemeye vakit bulamadı. Gülümsedi, ayağa kalktı ve de koridora çıkıp bağırdı:

«Skacke!»

Tek duyduğu şey yağmurun sesiydi ve nedense hoşlanmak bir yana, artık sinirine dokunuyordu...

LİNK

27 Şubat 2022 Pazar

Dijital Kale / Dan Brown

 

Dijital KaleDijital Kale

Dijital Kale’den…

En sonunda içlerinden biri Becker'ın zaten tahmin ettiği şeyi açıkladı. Şifrelenmiş sözcükleri gösteren rakam ve harf gruplarından oluşan bu metin bir "şifreli metin"di.

Şifrecilerin işi metni incelemek ve bundan asıl mesajı, yani "temiz metni" çıkarmaktı. NSA Becker'ı çağırmıştı, çünkü asıl mesajın Mandarin Çincesi ile yazıldığından kuşkulanıyorlardı. Şifreciler sembolleri çözdükçe Becker da bunları çevirecekti.

İki saat boyunca Becker, ardı arkası kesilmeden önünden geçen Mandarin sembollerini çevirip durdu. Ne var ki çevirdiklerini onlara verdiğinde şifreciler her defasında ümitsizce başlarını iki yana salladılar. Görünüşe bakılırsa ortaya çıkan metnin hiçbir anlamı yoktu. Becker, yardım etme hevesiyle, kendisine gösterdikleri bütün karakterlerin ortak bir özelliği olduğuna dikkat çekti: Bu karakterler aynı zamanda Kanji alfabesinde de yer alıyordu. O anda odadaki telâş ve koşuşturma duruverdi. Morante adlı, oldukça uzun boylu ve sürekli sigara içen görevli inanamamış gibi bir ifadeyle Becker'a döndü.

"Yani bu sembollerin birden fazla anlamı olduğunu mu söylüyorsun?"

Becker başıyla onayladı. Kanji'nin değiştirilmiş Çince karakterlere dayanan bir Japon yazı sistemi olduğunu açıkladı. Onlara Mandarin çevirileri veriyordu çünkü kendisinden bunu istemişlerdi.

"Tanrı aşkına." Morante öksürdü. "Haydi, Kanji'yi deneyelim."

Sanki bir büyü yapılmışçasına her şey yerli yerine oturdu.

Şifreciler yeteri kadar etkilenmişlerdi. Yine de Becker'a, çevireceği karakterleri metindekinden farklı bir sıralamayla veriyorlardı. "Bu senin güvenliğin için," demişti Morante. "Böylece ne çevirdiğini bilmeyeceksin."

Becker güldü. Ama kendisinden başka hiç kimsenin gülmediğini fark etti.

Metin nihayet çözüldüğünde Becker'ın, hangi karanlık sırların açığa çıkarılmasına yardımcı olduğuna dair hiçbir fikri yoktu fakat kesin olan tek bir şey vardı: NSA şifre çözme işini ciddiye alıyordu. Becker'ın cebindeki çekte yazılı olan rakam üniversitede aldığı bir aylık ücretten daha fazlaydı.

Çıkışta, ana koridordaki bir dizi güvenlik kontrol noktasından geçtikten sonra elindeki telefonu yerine koyan bir nöbetçi. Becker'ı durdurdu. "Bay Becker, burada bekleyin lütfen."

"Sorun nedir?" Becker işin bu kadar uzun süreceğini beklemiyordu, bu yüzden de her cumartesi öğleden sonrası yaptığı squash maçına yetişmek için acele ediyordu.

Nöbetçi omuz silkerek, "Kripto bölümünün başkanı olan bayan sizinle konuşmak istiyor. Gelmek üzeredir." dedi.

Bayan mı? Becker güldü. NSA'da henüz bir kadın görmemişti.

"Bu sizin için bir sorun mu?" diye sordu arkasından gelen bir kadın sesi.

Becker geri döndü, döndüğü anda da yüzünün kızardığını hissetti. Karşısındaki kadının yakasındaki kimlik kartına bir göz attı. NSA'nın Kriptografi bölümünün başkanı yalnızca bir kadın değil, aynı zamanda çok da çekici bir kadındı.

"Hayır," diye bocaladı Becker. "Ben sadece..."

"Susan Fletcher." Kadın ince, güzel elini uzatırken gülümsedi.

Becker kendisine uzatılan eli sıktı. "David Becker."...

LİNK

26 Şubat 2022 Cumartesi

İhanet Noktası / Dan Brown

 

İhanet Noktasıİhanet Noktası

İhanet Noktası’ndan…

Gözleri yuvalarından fırlayan Rachel bakmakla yetindi.

Çağrı sinyali cırlayınca, Rachel'ın bakışları LCD ekranına gelen mesaja çevrildi.

-DRL UKODIR RPRV

Kısaltmayı hemen çözdü ve kaşlarını çattı. Beklenmedik bir mesajdı ve kesinlikle kötü haber veriyordu. Ama en azından kaçmak için bahanesi hazırdı.

"Beyler," dedi. "Kalbim elvermiyor ama gitmek zorundayım. Işe geç kaldım."

Muhabir bir çırpıda, "Bayan Sexton," dedi. "Gitmeden önce, bu kahvaltıya babanızin kampanyasında çalışmak için mevcut işinizden ayrılma ihtimalinizi tartışmak üzere geldiğiniz konusundaki sövlentiler hakkında bir yorum yapabilir misiniz acaba?"

Rachel suratına sıcak kahve fırlatılmış gibi hissetti. Soru onu tamamen hazırlıksız yakalamıştı.

Babasına bakınca, onun yapmacık tebessümünde sorunun önceden hazırlandığını hissetti.

Masanın üstüne çıkıp onu çatal a delik deşik etmek istedi.

Muhabir kayıt cihazını burnuna uzatmıştı. "Bayan Sexton?"

Rachel bakışlarını muhabire dikti. "Ralph ya da her kimsen, şunu iyi bil: Senatör Sexton adına çalışmak için işimi bırakmaya hiç niyetim yok ve eğer bunun aksini ima edecek herhangi bir şey yazarsan, o kayıt cihazını kıçından ancak tirbuşonla çıkarırsın:"

Muhabirin gözleri büyüdü. Sırıttığını onlara göstermeden kayıt cihazını kapattı.

"Her ikinize de teşekkür ederim," diyerek gözden kayboldu.

Rachel o an birdenbire köpürmesinden dolayı pişman oldu. Babasının öfkeli mizacı ona geçmişti ve bu yüzden ondan nefret ediyordu. Yumuşa Rachel. Çok sakin ol.

Babasının onaylamayan gözleri hiddetle parlıyordu. "Kendine hâkim olmayı öğrensen iyi edersin."

Rachel eşyalarını toplamaya başlamıştı. "Toplantı sona erdi."

Senatörün her halükârda onunla işinin bittiği bel i oluyordu. Cep telefonunu çıkarıp bir numara çevirdi. "Güle güle tatlım. Bir ara ofise uğrayıp bir merhaba de. Ve Tanrı aşkına evlen. Otuz üç yaşındasın."

"Otuz dört," diye atladı. "Sekreterin kart göndermişti."

Senatör kederle kesik kesik güldü. "Otuz dört. Yaşlı bir genç kız denebilir. Biliyorsun ben otuz dört yaşımdayken çoktan..."

"Annemle evlenmiş, komşuyu becermiştin değil mi?" Sesi Rachel'ın düşündüğünden daha yüksek çıkınca, kelimeler geçici bir süre boşlukta asılı kaldı. Etrafta yemek yiyenler yan gözle onu süzdüler.

Senatör Sexton'ın gözleri hiç kıpırdamadan öfkeyle ona bakıyor, adeta iki buz kristali onu delip geçiyordu.

"Kendine dikkat et, genç bayan."...

LİNK

25 Şubat 2022 Cuma

Kayıp Sembol / Dan Brown

 

Kayıp SembolKayıp Sembol

Kayıp Sembol’den…

Eiffel Kulesi’nin güney direğinden çıkan asansör turistle doluydu. Tıklım tıkış asansördeki takım elbiseli ağırbaşlı işadamı, bakışlarını yanındaki erkek çocuğuna indirdi. ‘'Benzin soldu oğlum. Aşağıda kalmalıydın.”

Endişesini kontrol etmeye çabalayan çocuk, “İyiyim...” dedi. “Bir sonraki katta inerim.” Nefes alamıyorum.

Adam yaklaşarak eğildi. “Şimdiye kadar bunun üstesinden geldiğini sanıyordum.” Çocuğun yanağını sevgiyle okşadı.

Çocuk, babasını hayal kırıklığına uğrattığı için utanıyor, ama kulaklarındaki çınlama yüzünden onu güçlükle duyabiliyordu. Nefes alamıyorum. Bu kutudan çıkmalıyım!

Kabin görevlisi asansörün eklemli pistonları ve dövme demirleriyle ilgili bir şeyler söylüyordu. Çok aşağılarda Paris sokakları tüm yönlere doğru uzanıyordu.


Başını geriye atıp, yukarıda boşalan platforma bakan çocuk, geldik sayılır, diye düşündü. Biraz sabret.

Asansör dik bir açıyla yukarıdaki seyir güvertesine yükselirken sütunları daralmaya, heybetli payandaları uzunlamasına dar bir tünele dönüşmeye başladı.

“Baba, galiba...”

Birden başlarının üstünde güçlü bir çatırtı duyuldu. Sarsılan kabin, yan tarafa doğru biçimsiz bir şekilde sallandı. Yılan gibi kıvrılan eskimiş kablolar, kabinin etrafını kamçılamaya başladı. Çocuk, babasına uzandı.

“Baba!”

Dehşet dolu bir an gözleri birbirine kenetlendi.

Ardından kabinin alt kısmı çıktı.

Yumuşak deri koltuğunda sıçrayan Robert Langdon, gördüğü rüyadan ürkerek uyandı. Girdiği türbülansta sallanan Falcon 2000EX şirket jetinin geniş kabininde tek başına oturuyordu. Arkadan Pratt & Whitney çift motorlarının homurdanan sesi duyuluyordu.

“Bay Langdon?” Başının üstündeki dahili konuşma sistemi vızıldadı. “Yaklaşıyoruz.”

Langdon yerinde doğrulup, konuşma notlarını deri çantasına geri koydu. Uykuya daldığında masonik sembolleri yarısına kadar gözden geçirmişti. Müteveffa babasıyla ilgili gördüğü rüyayı, akıl hocası Peter Solomon’dan bu sabah aldığı beklenmedik davetin tetiklediğini düşündü.

Asla hayal kırıklığına uğratmak istemediğim diğer adam.

Elli sekiz yaşındaki hayırsever, tarihçi ve bilim adamı, yaklaşık otuz yıl önce Langdon’ı kanatları altına alarak, babasının bıraktığı boşluğu pek çok açıdan doldurmuştu. Adamın nüfuzlu hanedanlığına ve yüklü servetine karşın, Langdon, onun yumuşak gri gözlerinde bir tevazu ve sıcaklık görüyordu.

Pencerenin dışında güneş batmıştı, ama Langdon yine de ufukta antik bir saatin kulesi gibi yükselen, dünyanın en büyük dikilitaşının ince siluetini hayal meyal görebiliyordu. Yüz yetmiş metrelik mermer dikilitaş, ulusun kalbinin attığı yeri işaret ediyordu. Geometrik bir planla düzenlenen sokaklar ve anıtlar bu kuleden dışa doğru uzanıyordu...

LİNK

24 Şubat 2022 Perşembe

Yabancı / Diana Gabaldon

 

YabancıYabancı

Yabancı’dan…

Kuzey İskoçya’yı seçmemizin bir diğer sebebi de Frank’in soyağacına duyduğu meraktı. Oradan oraya yanında taşıdığı o eski püskü kâğıt parçalarından birinde yazana göre can sıkıcı atalarından biri on sekizinci yüzyılda bu bölgelerde bir şeylerle ilgili bir şeyler yapmıştı - yoksa bu on yedinci yüzyılda mıydı?

“Eğer soyağacımın kökü kurursa, bunun tek sorumlusu dışarıdaki yorulmak bilmez ev sahibemiz olacak. Hem biz sekiz yıldır evliyiz. Küçük Frank Jr. şahitlerin huzurunda oluşmadan da yeteri kadar meşru olacaktır.”

“Oluşmayı başarabilirse tabii,” diye karamsar bir cevap verdim. Kuzey İskoçya’ya doğru yola çıkmadan bir hafta önce yine hayal kırıklığına uğramıştık.

“Bu insanı zindeleştiren temiz havaya ve sağlıklı beslenmeye rağmen mi? Bunu başarmak için daha fazla ne yapabiliriz ki?” Bir gece önce yemekte kızarmış ringa balığı yemiştik. Öğlen yemeğinde de tuzlanmış ringa balığı. Şu an merdiven boşluğundan her yere yayılan keskin koku da kahvaltıda yine ringa balığı olacağının en büyük belirtisiydi, bu seferki tütsülenmişti.

“Bayan Baird’i mutlu edecek bir performans daha sergilemeyi düşünmüyorsan, giyinmen gerekiyor. O papazla saat onda buluşmayacak mıydın?” Bölge papazı olan saygıdeğer Dr. Reginald Wakefield’in elinde Frank’in incelemek istediği oldukça ilginç vaftiz kayıtları vardı. Bunların içinde eski ordu dönemlerindeki kayıtların ya da biraz önce sözünü ettiğim nam salmış ataların bilgilerinin çıkma olasılığının bulunduğundan bir kez daha bahsetmeme gerek yok sanırım.

“Büyük-büyük-büyük-büyük-büyükbabanın adı neydi bir daha söyler misin? Hani ayaklanmalar sırasında ortalıkta dolaşıp duranın? Willy miydi, Walter mı?”

“Aslında Jonathan’dı.” Frank onun aile tarihçesine olan ilgisizliğimi büyük bir hoşgörüyle karşılıyordu ama yine de eline geçen her fırsatta ya da ona sorduğum en ufak bir sorunun karşılığında bana Randalllar’ın ve onların akrabalarının hakkındaki tüm gerçekleri tarihler vererek anlatıyordu. Gömleğinin düğmelerini iliklerken gözleri ateşli bir hatibin gözleri gibi yanıyordu.

“Jonathan Wolverton Randall Wolverton adı annesinin amcasından geliyor, Sussex’ten gelen küçük bir şövalye. Ordudayken bir şekilde ona takılmış olan ‘Kara Jack’ adıyla da bilinirdi, sanırım bu isim ona buraya atandığı dönemlerde verilmişti.” Kendimi yüzüstü yatağa attım ve horlama taklidi yapmaya başladım. Frank bu hareketimden hiç etkilenmedi ve bilgece yorumlarına devam etti.

“Otuzlu yaşlarının ortalarında - yani 1730’larda - o dönemde işkenceleriyle meşhur olan ağır süvarilerin komutanlığına atandı. Kuzen May’in bana gönderdiği eski mektuplarda yazanlara bakılırsa orduda gayet başarılıymış. Bildiğin üzere onun küçüğü olan erkek kardeşi geleneği sürdürmüş ve papaz yardımcısı olmuştu, henüz onun hakkında yeterince bilgi bulamadım. Neyse Jack Randall, 1745’te İngiltere Kralı II. James yanlılarının çıkardığı isyan sırasında yaptığı faaliyetlerin sonunda Sandringham Dükü’nden oldukça fazla övgü almış.” Ona kayıtsız kalan dinleyicisinin, yani benim, ilgimi çekebilmek için sesini yükseltti. “Süslü Prens Charles’ı ve onun yazgısını biliyorsun değil mi?”...

LİNK

23 Şubat 2022 Çarşamba

Kehribardaki Yusufçuk / Diana Gabaldon

 

Kehribardaki YusufçukKehribardaki Yusufçuk

Kehribardaki Yusufçuk’tan…

Roger yüzünün kızardığını hissediyordu. Kadın bir kahkaha atıp elini uzattı. “Sen Roger’sın değil mi? Benim adım Claire Randall. Papaz Efendinin eski bir arkadaşıyım. Seni en son gördüğümde beş yaşındaydın.”

“Şey, babamın bir arkadaşı olduğunuzu mu söylüyorsunuz? O zaman olanları biliyorsunuz…”

Gülümseme kaybolmuş ve yerini pişmanlıkla bakan gözlere bırakmıştı.

“Evet, duyduğumda çok üzüldüm. Kalp, değil mi?”

“Evet. Çok ani oldu. Bu işlerle ilgilenmek için Oxford’dan anca gelebildim.”

Roger, Papaz Efendinin ölümünü, evini ve içindekileri kapsayan işleri anlatmak istercesine belli belirsiz bir el işareti yaptı.

“Babanın kütüphanesini hatırladığım kadarıyla, sen bu işi gelecek yılbaşına kadar anca halledersin,” dedi Claire.

“Seni bu durumdayken rahatsız etmemeliydik,” dedi yumuşak sesli biri.

“Ah, unuttum,” dedi Claire, verandanın köşesinde duran kızına dönerek. “Roger Wakefield, kızım Brianna.”

Brianna Randall öne doğru bir adım attı, yüzünde çekingen bir gülümseme vardı. Roger bir an öylece bakakalmıştı ama sonra ne yapması gerektiğini hatırladı. Bir adım geri çekilerek kapıyı iyice açtı. Bir an gömleğini en son ne zaman değiştirdiğini merak etti.

“Önemli değil, önemli değil!” dedi, samimiydi. “Ben de zaten ara vermek istiyordum. İçeri girmez misiniz?”

Roger bayanlara Papaz Efendinin aynı zamanda ilgi çekici sayılan çalışma odasına doğru giden holü gösterdi. Claire’in kızı Roger’ın yakından gördüğü en uzun kızlardan biriydi. 1.80 boylarında olmalı, diye düşünmüştü. Kız geçerken holün tepesinden başını görebilmişti. Roger onları takip ederken farkında olmadan doğruldu, böylece genç kızın boyunu geçebilmişti. Odaya geçen bayanları takip ederken başını çalışma odasında bulunan pervaza çarpmamak için son anda çabucak eğildi.

“Daha önceden gelmek istiyordum,” dedi Claire, koltuğa yerleşirken. Papazın çalışma odasının duvarlarından biri yere kadar camla kaplanmıştı ve güneş ışığı onun açık kahverengi saçlarının üzerine adeta bir inci gibi düşüyordu. Bukleler bu hapisten kurtulmaya çalışıyordu. Kadın konuşurken buklelerini kulağının arkasına koydu.

“Aslında geçen sene gelmeye niyetlenmiştim ama hastanede acil bir durum gerçekleşti, bu arada ben doktorum,” diye açıklama yaptı kadın. Roger’ın saklamaya engel olmadığı şaşkın bakışı dudaklarının biraz da olsa yukarı kıvrılmasına sebep olmuştu. “Ama maalesef gelemedik. Babanı yeniden görmeyi çok istiyordum.”

Roger papazın öldüğünü bildikleri halde niye geldiklerini merak ediyordu ama bunu sormak pek de kibar olmayacaktı. Bu yüzden sadece, “Manzarayı beğendiniz mi?” diye sormakla yetindi...

LİNK

22 Şubat 2022 Salı

Yolcu / Diana Gabaldon

 

YolcuYolcu

Yolcu’dan…

Aslında uyumuyordu, sadece ateşin verdiği baygınlık haliydi ama kulaklarında çınlayan Melton'ın sesi onu uyandırmıştı.

"Grey," diyordu ses, "John William Grey! Bu adı biliyor musun?"

"Hayır," dedi, uyku ve ateşten aklı karışmıştı. "Bak dostum, ya beni vur ya da git, tamam mı? Ben hastayım..."

"Carryarrick yakınlarında." Melton'ın sesi teşvik edici ve sabırsızdı. "Bir çocuk, sarışın ve on altı yaşlarında. Ormanda karşılaştınız."

Jamie, ona eziyet çektiren kişiye gözlerini kısarak baktı. Ateş görüşünü bulanıklaştırıyordu fakat üzerine eğilmiş sağlam, kemikli yüzün bir şekilde tanıdık geldiğini düşünüyordu. Neredeyse bir kızınkine benzeyen bu büyük gözleri bir yerden hatırlıyordu.

"Ahh," dedi, aklında kararsızca dönen resim selinden tek bir yüzü yakalayarak. "Beni öldürmeye çalışan küçük delikanlı. Evet, hatırlıyorum." Gözlerini yeniden kapattı. Ateşin etkisiyle bir duygu diğer duyguya karışıyor gibi geliyordu. John William Grey'in kolunu kırmıştı; elinin altındaki çocuğun sağlam kemiklerini hatırlaması, taşlara doğru onu sürüklerken Claire'in kolunun kemiklerini aklına getirmişti. Serin puslu esinti Claire'in parmaklarıyla yüzüne vuruyordu.

"Uyan, baş belası!" Melton sabırsızca onu sallarken, başı boynuna vuruyordu. "Beni dinle!"

Jamie zayıf bir şekilde gözlerini açtı. "Evet?"

"John William Grey benim kardeşim," dedi Melton. "Bana seninle karşılaştığını söyledi. Sen onun hayatını bağışlamışsın ve sana bir söz vermiş. Bu doğru mu?"

Büyük bir çabayla aklını toplamaya çalıştı. Ayaklanmanın ilk savaşından iki gün önce onunla karşılaşmıştı; Prestonpan'daki İskoçlar'ın zaferinden iki gün önce. O zamanla şimdi arasında geçen altı ay büyük bir uçurum gibi görünüyordu, bu aradaki zamanda ne kadar çok şey olmuştu.

"Evet, hatırlıyorum. Beni öldürmek için söz vermişti. Onun için bunu yaparsan kusura bakmam." Göz kapakları yeniden düştü. Vurulmak için illa uyanık olması şart mıydı ki?

"Sana bir şeref borcu olduğunu söyledi ve var da." Melton ayağa kalkıp pantolonunun dizlerindeki tozu silkeledi ve büyük bir şaşkınlıkla soran gözlerle bakan üsteğmenine döndü.

"İki arada bir derede kaldım, Wallace. Bu... bu II. James yanlısı herif oldukça ünlü biri. Sen Kızıl Jamie'yi duymuş muydun? İlanların bir tanesinde var mıydı?" Üsteğmen başını 'evet' anlamında salladı, ayaklarının ucunda yerde yatan pis bedene şüpheli bir şekilde bakıyordu. Melton acı bir şekilde gülümsedi.

"Şimdi o kadar da tehlikeli görünmüyor, değil mi? Ancak o hâlâ Kızıl Jamie Fraser ve Ekselansları böyle şanlı bir esirin olduğunu duyunca mutlu olacaktır. Charles Stuart'ı daha bulmadılar ama iyi bilinen birkaç II. James yanlısı da Tower Hill'deki kalabalığı hoşnut eder."...

LİNK

21 Şubat 2022 Pazartesi

Asya’da Uzaklarda / Favell Lee Mortimer

 

Asya'da UzaklardaAsya’da Uzaklarda

Asya’da Uzaklarda’dan…

Siyon Dağı Hz. Davut’un Kutsal Ahit Sandığını şarkılar ve müzik eşliğinde getirip koyduğu yerdir. Burada Eski Ahit’in okunduğu ve İbranice duaların edildiği bir kilise bulunmaktadır. Bu kilisenin rahibi Protestan’dır ve Kudüs Piskoposu olarak adlandırılır. Bu kiliseyi pek az Hz. İsa’ya inan Yahudi de ziyaret eder.

Burada Musevi çocukların Müslüman çocuklarla yan yana oturup Hıristiyan bir öğretmenden Hz. İsa hakkında ders aldıkları bir okul bulunur. Her akşamüstü çocuklar öğretmenleri tarafından kırlara oynamaya götürülürler.

Mutlaka gitmeniz gereken hüzünlü ancak çok güzel bir yer daha vardır. Vadiden aşağı inip üzerinde dar bir köprünün olduğu küçük dereyi geçince alçak taş duvarı gördüğünüzde içeri girin. Burası Gethsemane Bahçesidir. Sekiz yaşlı zeytin ağacının bulunduğu bu bahçeye artık Hz. İsa havarileriyle beraber gelmiyor. Burası Yahuda’nın ihaneti sonrası Hz. İsa’nın ağladığı ve melekçe teselli edildiği yerdir.

Gethsemae’nin üzerinde hâlâ çok güzel zeytin ağaçlarının yetiştiği Zeytin Dağı bulunur. Hz. İsa yeniden burada görünecektir ve her göz onu bütün ihtişamı ile görecektir. Fakat herkes onu görmekten memnun olacak mıdır?

Hayır. O tekrar göründüğünde bazı gözlerden yaşlar akacaktır.

Kudüs hüzünlü ve sessiz bir şehirdir, burada evler karanlık ve kirli, caddeler ise dar ve engebelidir. Bu şehirde çok Musevi bulunur, çünkü dünyanın her yerindeki yaşlı Museviler buraya ölmek için gelir ve yerleşirler. Bu fakir ve yaşlı Museviler Avrupa’dan gelen Yahudi yardımlarıyla yaşarlar ve Ahiret Gününde burada gömülen insanların ilk olarak dirilerek sonsuza kadar mutlu kalacaklarına inanırlar.

Kudüs sağlıksız bir yer olduğundan burada yaşayan Yahudilerin çoğu hastadır. Yaz aylarında kalitesi bozulan kuyu suları etrafa veba da dâhil olmak üzere pek çok salgın hastalık yaymaktadırlar. İngiliz Hıristiyanların kurdukları misyonlar sayesinde şehirde tıbbi yardım yapılmaktadır. Bir gün yaşlı bir Yahudi çamaşırcı kadınla yaşayan çıplak ayaklı, kirli, pasaklı küçük bir yetim kız bana gelerek doktor istedi. Çocuğun evi camiye yakın dar ve karanlık bir yolun sonunda bir yerdeydi. Yaşlı çamaşırcı, torunları ve yetim kızla beraber zeminini yükselttiği tek odalı bir evde yaşamaktaydı. Yetim kıza divanda yatması için izin verilmiyordu ve çocuk halının ucunda uyuyordu. Doktor kıza hangi okula gittiğini sorduğunda tüm aile güldü, çünkü yukarıda resmi verilen İngiliz hanımefendi dışında bu şehirde kimse kızlara okuma yazma öğretmiyordu.

Kutsal diyarlardaki en ürkütücü ve korkunç yer Ölü Deniz’dir. Burada bir zamanlar dört sapkın şehir bulunmaktaydı ve Tanrı onları ateş ve sıcak çamurla yerle bir etti.

Sodom ve Gomore’yi duymuşsunuzdur.

Bir gün bir rahip Ölü Deniz’i ziyaret etmeye korumaları ile at sırtında gelmiş. Ölü Deniz’in suyunu tatmak için ağzına alan adam suyu çok tuzlu ve acı bularak ne yutabilmiş ne de bu suda yıkanabilmiş. Daha sonra aynı rahip Ürdün nehrine gittiğinde burasının o berbat Ölü Deniz’den ne kadar farklı bir yer olduğu görmüş. Ürdün nehri kenarında yetişen güzel ağaçların dalları, yaprakları suya değiyormuş. Gezgin rahip dallarla saklı bir yer bularak burada yıkanmış ve “Kurtarıcı İsa burada vaftiz oldu” diye düşünmüş. Ama rahip buraya her yıl gelen hacılar gibi bu suyun günahları yıkayıp götürdüğünü düşünmemiş, çünkü bunu ancak Hz. İsa’nın kanının yapacağına inanıyormuş. Bu nehrin bir yanında Katolikler diğer yanında ise Rum Ortodokslar yıkanmaktadır. Çünkü bu iki grup bir türlü aralarında anlaşamazlar.

Rahip Ürdün nehrinin tatlı suyundan içtikten sonra Jeriko’dan Kudüs’e seyahat etmiş. Bir zamanlar iyi bir Samaryalı’nın yolculuk ettiği ve hırsızlar tarafından yaralanmış zavallı Yahudi’yi bulduğu aynı yolu kullanmış. Hâlâ bu aynı yolda hırsızlar yolculara saldırmaktadır, çünkü yol çok ıssızdır ve hırsızların saklanacağı birçok kuytu yer bulunmaktadır...

LİNK

20 Şubat 2022 Pazar

Son Aday / Day Leclaire

 

Son AdaySon Aday

Son Aday’dan…

Simsiyah saçlarını ve derin bakışlı gözlerini artık görebiliyordu. Yüz hatları sanki granitten oyulmuş gibi sert ve köşeliydi. Atından inerek onu bağladı. Sonra dönerek Leah’a doğru ilerlemeye başladı. Bir yandan yürürken çıkardığı eldivenlerini kemerine sıkıştırdı. Bu güçlü elleri tanıyordu … ama nereden?

Gözlerinin önünde bir anı canlandı. Nasırlı parmaklar göğüslerini okşuyor, Leah acıyla karışık bir zevk dalgasıyla sarsılıyordu.

Nefesi kesildi. O sırada adam başını kaldırmıştı. Leah aniden adamın kim olduğunu tanıdı. “Bugün şanssız günüm” diye mırıldandı. İçgüdüsel olarak tüfeğini omzuna yaslayarak ateş etti.

İlk mermi adamın ayağının iki santim önünde toprağa bir delik açmıştı. Adam gözünü kırpmadı. Yavaşlamadı bile. Leah bir kez daha ateş etti. Mermi adamın iki çizmesinin ortasına isabet etmiş, siyah deri toz toprak içinde kalmıştı. Adam yaklaşmaya devam etti. Hatta daha da hızlı yürüyordu.

Leah bir kez daha ateş etmeye fırsat bulamadı. Adam verandanın merdivenlerini ikişer ikişer çıkmış, tüfeği Leah’ın elinden alıp kenara fırlatıvermişti. Onu omuzlarından sıkıca yakaladı ve kollarına aldı. Leah küçük bir çığlık atarak düşmemek için adamın gömleğine tutundu.

“Hiçbir zaman iyi bir nişancı değildin,” dedi adam ve onu öptü.

Bu öpüş, Leah‘ın hatırladığı her şeyi ve daha fazlasını içeriyordu. Adam dudaklarını kavramış, hiçbir itiraza meydan bırakmadan, açlıkla, ama karşılığında büyük bir haz vererek onu öpüyordu. Bir eliyle onu sırtının alt kısmından kavrayarak vücudunu bacaklarına bastırdı. Diğer elini saç örgüsünün altından boynuna götürerek başını kavradı.

Leah elinde olmadan ona sarılarak geniş omuzlarını, göğsünü kaplayan kasları yeniden keşfetti. Mücadele etmesi, bu işe bir son vermesi gerektiğini biliyordu. Ama nedense bunu yapamadı.

O ilk sevgilisiydi… tek sevgilisi.

Onu sekiz yalnız geçen yılın özlemiyle öpmeye devam etti. Onun kollarında yeniden dünyaya gelmişti. Ama bu adam yüzünden çektiği acıyı unutmamıştı. Büyük zorluklarla ördüğü duvarı yıkmasına izin verirse, bedelinin ağır olacağını biliyordu.

Adam Leah’ı uzun uzun öptü. Ganimetini ele geçiren bir fatih gibi tatminle mırıldandı. Sonunda Leah’ın aklını başına getiren de,bu küçük ses olmuştu. Adamın kollarından kurtularak birkaç adım geri gitti. Titreyen parmaklarını dudaklarına götürerek ona baktı… Hunter Pryde! “Merhaba Leah” dedi Hunter. “Uzun zaman oldu”

Dikkatsizce sarf ettiği sözler Leah’ı acıya boğmuştu. Nasıl yıkıldığını, öpüşmelerinin uyandırdığı acıyı saklamaya çabaladı. Bütün yaşananlardan sonra, bir zamanlar birbirlerine karşı duyduklarından sonra nasıl bu kadar kalpsiz olabilirdi?

“Neden buradasın Hunter? Ne istiyorsun?”...

LİNK