30 Kasım 2021 Salı

2055 Büyük Hesaplaşma / Teri Terry

2055 Büyük Hesaplaşma

2055 Büyük Hesaplaşma’dan…

Şimdi ben sadece bir seneden az zaman önce programlandığımda hastanede bana verilmiş olan isimle Kyla değilim artık. Bir şeyim - başka biri. Ve bu durumdan hoşlandığımı söyleyemem.

Ta ta ta ta!

Dışarı yan uzanır vaziyette, suları yere akıtıyorum.

"Kyla, her şey yolunda mı?"

Kapı. Biri var -annem- kapıya vuruyor. Hepsi bu. Yumruklarımı gevşetmeye çalışıyorum.

Sakinleş.

"Evet yolunda," demeyi başarıyorum.

"Orada biraz daha kalırsan sucuk gibi olacaksın. Yemek ha-

Aşağıda, annemin yanında Amy ve erkek arkadaşı Jazz var. Amv: o da benim gibi programlanıp bu ailenin yanma verilmiş ama pek çok açıdan benden farklı. Hep neşeli, hayat dolu ve geveze, uzun boylu, cildi de tatlı çikolata renginde. Bense ufak tefek, sessiz, soluk bir gölgeyim. Jazz ise normal biri, Programlanmış değil. Harikulade Amy'ye sersem sersem bakmadığı zamanlarda aklı başında sayılır. Babamın uzakta olması rahatlatıcı. Bu geceyi, onun ölçüp biçen, değerlendiren, yanlış bir adım atılmadığından emin olmak isteyen dikkatli gözleri olmadan geçirebilirim.

Pazar gününün yemeği: kızartma.

Konuşmalar Amy'nin gittiği kurs ve Jazz'm yeni fotoğraf makinesiyle ilgili. Amy heyecanla okuldan sonra staj yaptığı kasaba doktorunun ameliyatına katılmasını istediklerinden bahsediyor heyecanla.

Annem bakışlarını bana çeviriyor: "Bakarız," diyor. Ve ben başka bir şey fark ediyorum: okuldan sonra yalnız kalmamı istemiyor.

"Bakıcıya ihtiyacım yok," diyorum söylediğim şeyin doğruluğundan emin olmadan.

Akşam yavaş yavaş geceye dönüşüyor ve yukarı çıkıyorum. Dişlerimi fırçalayıp aynaya bakıyorum. Aynadaki yeşil gözler kocaman ve tanıdık. Bana bakıyorlar ama daha önce görmedikleri şeyler görüyor bu gözler.

Sıradan şeyler. Ama hiçbir şey sıradan değil.

Ayak bileğimdeki keskin acı koşmayı bırakmamı söylüyor, emrediyor. Peşimdekiler uzakta kaybolmuş ama kısa süre sonra yaklaşırlar. Çok sürmez.

Saklan!

Ağaçların arasına dalıp ayak izlerimi saklamak için buz gibi bir derenin içine atlıyorum. Sonra kopan saçlarıma, parçalanan giysilerime aldırmadan belime kadar suya girip dikenli çalıların altına sokuluyorum. Biri kolumu yakalayınca ani bir acı peydahlanıyor.

Beni bulmamalılar. Bu sefer olmaz...

LİNK

29 Kasım 2021 Pazartesi

Kızıl Ejder / Thomas Harris

Kızıl Ejder

Kızıl Ejder

Kızıl Ejder’den…

Evin biraz ilerisine, okyanusa bakan bir piknik masası konmuştu. Will Graham, Crawford'u buraya oturtup eline bir bardak buzlu çay tutuşturdu.

Jack Crawford bir süre eski evin sevimli görünümünü seyretti. Üzerinde biriken tuzlar parlak ışıkta gümüş gibi parıldatıyordu tahta yapıyı. "Keşke seni Marathon'da, işten çıkarken yakalasaydım," dedi Crawford. "Bunu burada konuşmak istemiyorsundur."

"Hiçbir yerde konuşmak istemiyorum, Jack. Ama madem sen konuşma ihtiyacı duyuyorsun, çabucak başlayıp bitirelim bari. Ortaya resim falan çıkarma. Yalnız. Resim getirdinse, bırak çantada kalsın. Molly ile Willy neredeyse gelirler."

"Sen ne kadarını biliyorsun?"

"Miami Herald'la Times gazetesinde ne yazdıysa onu," dedi Graham. "Bir ay arayla iki aile evlerinde öldürülmüş. Biri Birmingham'da, öteki Atlanta'da. Genel olarak cinayetler birbirine benziyor."

"Benziyor değil, tıpkısı."

"Şimdiye kadar kaç uydurma itiraf geldi?"

"Öğleden sonra telefonda sorduğumda seksen altı olmuştu. Bir sürü kafadan kontak işte. Hiçbiri ayrıntıları bilmiyor. Herif aynaları kırıp parçalarını kullanmış. Bunu bilen yok aralarında."

"Gazetelerden gizlediğiniz başka ne var?"

"Adam sarışın, solak değil, oldukça kuvvetli, kırk beş numara pabuç giyiyor. Gemici düğümü atmasını iyi biliyor. Bıraktığı bütün parmak izleri dümdüz eldiven."

"Bunları zaten açıklamıştın."

"Kilitlerle pek arası yok," diye devam etti Crawford. "Son seferinde eve girmek için cam kesici ve vantuz kullanmış. Ha, kanı da AB pozitif." "Yara mı almış?"

"Bildiğimiz kadarıyla hayır. Meni ve salya bulduk. Salyası pek bol." Crawford çarşaf gibi okyanusa baktı. "Will, sana bir şey sormak istiyorum. Bunları gazetelerde gördün. İkincisini televizyon da verdi. Bana telefon etmek hiç aklına gelmedi mi?"

"Hayır."

"Neden?"

"Birmingham'daki ilk olayın pek bir özelliği yoktu. Birçok nedeni olabilirdi. İntikam ya da bir akraba... "

"Ama ikincisinden sonra anlamışsındır ne olduğunu."

"Öyle. Bir psikopat. Seni aramadım. Çünkü istemedim. Bu iş için elinde kimler bulunduğunu biliyorum. En iyi laboratuvar emrinde. Harvard'da Hemlich var, Chicago Üniversitesi'nde de Bloom... "

"Ve burada da bu boktan motorları onarıp duran sen varsın."

"Pek o kadar işine yarayacağımı sanmıyorum, Jack. Bu işler aklıma bile gelmiyor artık."

"Öyle mi? Ama iki tane yakaladın... Son çıkanların ikisini de sen yakaladın."

"Nasıl yakaladım peki? Senin ve adamlarının uyguladığı yöntemlerle."

"Bu pek de doğru sayılmaz, Will. Senin düşünüş tarzın başka." "Benim düşünüş tarzım biraz fazla abartılıyor galiba."

"Vardığın bazı sonuçların hiçbir açıklaması yoktu."

"İpuçları ortadaydı," dedi Graham.

"Elbette. Elbette ortadaydı. Bir yığın ipucu... ama sonradan gördük onları. Başlangıçta ortada o kadar az şey vardı ki, birinin üzerine gitmek için bahane bile bulamıyorduk."...

LİNK

28 Kasım 2021 Pazar

Kuzuların Sessizliği / Thomas Harris

Kuzuların Sessizliği

Kuzuların Sessizliği

Kuzuların Sessizliği’nden…

Jack Crawford çalışma odasındaki kanepede sabah erken uyandığında Bella'nın akrabalarının horuldamalarını duydu. Günün ağırlığı üzerine çökmeden önceki o dakika içinde Bella'nın ölümünü değil de, kendisine söylediği o son sözü hatırladı. "Bahçede ne oluyor?”

Bella’nın yem kutusunu aldı ve bahçeye çıkıp söz verdiği üzere kuşlara yem serpti. Sonra hâlâ uyuyan akrabalarına bir not yazarak daha güneş doğmadan evden çıktı.

Crawford, Bella'nın akrabalarıyla hep iyi geçinmişti ve şimdi de evde bir gürültü olması aslında iyi bir şeydi; ama yine de Quantico’ya gidiyor olmaktan mutluydu.

Starling burnunu kapının camına dayadığında gece gelen teleksleri gözden geçiriyordu. Kıza bir iskemle verdi ve konuşmadan televizyon haberlerini seyre başladılar.

Jame Gumb'ın Belvedere'deki evi.

"Dehşet Mahzeni” diyordu haber spikeri.

Kuyunun ve bodrumun görüntüleri, televizyon kameraları önünde kaldırılmış fotoğraf makineleri, öfkeli televizyoncuların fotoğrafçıları kovmaya çalışmaları, televizyoncuların spotlarından çıldıran kelebekler, yerde ölüm titreşimleri içinde sırtüstü yatan bir kelebek.

Catherine Martin’in sedyeyi reddetmesi, bir polis kaputuna sarınıp cankurtarana yürüyüşü, kaputun yakaları arasından başını uzatmış köpek.

Starling'in bir arabaya doğru hızlı adımlarla yürürken yandan çekilmiş bir pozu. Başı yerde, elleri ceplerinde.

Film mide bulandırıcı nesneleri fazla göstermeyecek biçimde kesilmişti. Kameralar bodrumun Gumb’ın eserlerinin bulunduğu köşeleri şöyle bir tarayarak geçiyordu. Bodrumun o bölümünde o ana kadar altı ceset ortaya çıkarılmıştı.

Crawford iki kere Starling’in burnundan soluduğunu işitti. Haberler reklamlarla kesildi.

"Günaydın, Starling.”

"Günaydın.”

"Columbus savcısı dün gece ifadeni faksladı. Bir iki imza atman gerekecek... Demek Fredrica Bimmel’in evinden Stacy Hubka’ya, oradan da Bimmel’in çalıştığı Richards mağazasındaki Burdine’e gittin, o da sana Bayan Lippman’ın eski adresini verdi.”

Starling başını salladı. "Stacy Hubka, Fredrica’yı almak için birkaç kere oraya uğramıştı, ama Stacy’nin erkek arkadaşının arabasıyla gittiklerinden yolu pek bilmiyordu. Adresi Bayan Burdine verdi.”

"Bayan Burdine Bayan Lippman'ın evinde bir erkek bulunduğundan söz etmedi mi?”

"Hayır.”

Televizyon haberlerinde Bethesda Deniz Hastanesinden de bir film vardı. Senatör Ruth Martin'in arabasının camında yüzü.

"Catherine dün akşam kendine geldi. Uyuyor şimdi, sakinleştirici veriyorlar. Tanrıya şükrediyoruz. Hayır, daha önce dediğim gibi şokun etkisi altında ama aklı başında Sadece birkaç bere, parmağı da kırık. Susuz da kalmış. Teşekkür ederim.” Kadın sürücüsünün sırtını dürtükledi. "Teşekkür ederim. Hayır, köpekten dün akşam söz etti, ne yapacağımızı bilemiyorum, bizim zaten iki köpeğimiz var.”...

LİNK

27 Kasım 2021 Cumartesi

Hannibal / Thomas Harris

Hannibal

Hannibal

Hannibal’dan…

Gri şafakla birlikte gazeteler ve sabah haberleri ulaştı eve.

Mapp, Starling’in evin içinde dolaştığını hissedince elinde biraz kekle gelip oturdu ve birlikte haberleri izlediler.

CNN ve bütün diğer televizyon kanalları WFUL-TV helikopterinden çekilmiş filmi gösteriyordu. Tam tepeden çekilmiş olağanüstü bir manzaraydı bu.

Starling daha önce bir kez izlemişti. Evelda’nın ilk ateş eden olduğunu sanki bir kez daha görmek zorundaydı. Mapp’e dönüp baktı ve yüzündeki öfkeyi gördü.

Ardından kusmak için lavaboya koştu.

“Seyretmek acı veriyor,” dedi Starling, bacakları titreyerek ve solgun bir yüzle geri döndüğünde.

Mapp her zamanki gibi lafı dolaştırmadan konuştu. “Kucağında bebeği taşıyan şu Afro-Amerikan kadını öldürmem hakkında ne hissettiğimi soruyorsun. İlk önce o ateş etmiş sana. Senin yaşamanı istiyorum. Starling, biraz düşün lütfen, bu saçma sapan politikanın sorumlusu kim? Hangi aptal akıl yürütmeler Evelda Drumgo’yu ve seni aynı kefeye koyuyor? Sen Evelda Drumgo’nun nezdinde birkaç aptal silahla uyuşturucu sorununu çözdün. Bu ne aptalca şey? Sanırım onların kirli işlerini yapan, aklayan kişi olmayı isteyip istemediğini düşünmelisin.” Mapp bir nefes almak için kendine çay koydu. “Seninle kalmamı ister misin? Bugün çalışmayacağım.”

“Teşekkür ederim. Bunu yapmana gerek yok. Beni sonra telefonla ararsın.”

Boyalı basının en çok satan gazetesi National Tattler, bu olay, standartlarını aşan olağanüstü bir şey olduğu için bir ek çıkarmıştı. Birisi gazeteyi öğleye doğru evin önüne fırlatmıştı. Starling kapıya neyin çarptığını merak edip açtığında bulmuştu gazeteyi. Kötü şeyler beklemiş, umduğu taş da başını yarmıştı:

“ÖLÜM MELEĞİ: CLARICE STARLİNG, FBEIN ÖLÜM MAKİNESİ!” diye haykırıyordu National Tatler, ilk sayfasındaki yetmiş iki puntoluk gotik harflerle.

Ön sayfada üç resim vardı: Clarice Starling atış müsabakalarında 46 kalibrelik bir silahla ateş ederken; Evelda Drumgo yolun ortasında bebeğin üzerine eğilmiş, başı Giovanni’nin Meryem’i gibi öne eğik, başı parçalanmışken; çıplak bebeği, bıçakların, balık bağırsaklarının ve köpek balığı kafasının arasında beyaz doğrama tahtasına yatırırken.

Resimlerin altındaki açıklamada şunlar yazıyordu:

“Seri katil Jame Gumb’ı öldüren FBI özel ajanı Clarice Starling, silahının kabzasına beş çentik daha attı. Ellerine yüzlerine bulaştırdıkları baskın sırasında ölenler arasında iki polis memuru ve bebeğini taşıyan silahlı bir anne de vardı.”

Haber ayrıca Evelda ve Dijon Drumgo’nun uyuşturucu ticaretinden ve Washington’da mafya çatışmalarına uzanan geçmişlerinden bahsediyordu. John Brigham’ın ordu hizmetlerine kısaca değinilmiş, madalyalarının bir dökümü yapılmıştı.

Starling’i bir restoranda, sivil kıyafetler içinde otururken gösteren, yüzünün iyice öne çıkarıldığı bir fotoğrafın altında da yan bilgiler verilmişti:

“FBI Özel Ajanı Clarice Starling, yedi yıl önce seri katil Jame Gumb’ı, Buffalo Bill’i kendi bodrumunda öldürdüğünde kısa süren ününe kavuşmuştu. Şimdiyse perşembe günü öldürülen, yasadışı amfetamin üretimiyle suçlanan Washingtonlu anneden dolayı departmanından ve sivil mahkemelerden cezalar alabilir (Bk. Sayfa 1).

FBI’ın kardeş örgütü, Alkol, Tütün ve Ateşli Silahlar Şubesi’nden bir sorumlu, ‘Bu onun kariyerinin sonu olabilir,’ diye açıklamada bulundu. İsmini açıklayamadığımız kaynak, ‘Orada neler olduğunun ayrıntılarını bilmiyoruz, ama John Brigham bugün hayatta olmalıydı,’ dedi.

Clarice Starling’in kariyeri FBI akademisine eğitim için geldikten kısa bir süre sonra başladı. Virginia Üniversitesi’nden psikoloji ve kriminoloji bölümlerinden birincilikle mezun olmuş biri olarak, çok tehlikeli bir deli olan, gazetemiz tarafından da kendisine Yamyam Hannibal lakabı takılan, Dr. Hannibal Lecter’le görüşme ve Jame Gump’ın yakalanması, eski Tennesee senatörünün kızı rehine Catherine Martin’in kurtulması için gerekli bilgileri alma görevine atanmıştı.

Ajan Starling, yarışmalardan çekilene kadar personel içi atış yarışmalarında üç yıl boyunca şampiyonluğunu korumuştu. Çarpışma sırasında yanında olan ve ölen John Brigham, ne gariptir ki Starling eğitime başladığı sırada akademide atış öğretmeniydi ve bizzat Starling’in koçluğunu yapmıştı. FBI sözcüsü, Ajan Starling’in FBI iç soruşturmasından sonuç alınana kadar görevden alınacağını ifade etti. Bu hafta içinde FBI’ın sabırsızlıkla beklenen soruşturmasının sonuçlanmasından önce Meslekİ Sorumluluklar Departmanı’nın bir açıklama yapması bekleniyor.

Evelda Drumgo’nun akrabaları ABD hükümetine tazminat davası, kişisel olarak Starling’e de görevini kötüye kullanma davası açacaklarını ifade ediyor...

LİNK

26 Kasım 2021 Cuma

Hannibal Doğuyor / Thomas Harris

Hannibal Doğuyor

Hannibal Doğuyor

Hannibal Doğuyor’dan…

Şatoda, makineli tüfekli bir manga askerle, onlara bıraktıkları telsiz kalmıştı. Berndt hava kararana kadar eski kuledeki tuvalette bekledi. Avluda bıraktıkları nöbetçi dışındaki Küçük Alman birliği hep birlikte mutfakta yemek yiyordu. Mutfak dolaplarından birinde biraz içki bulmuşlardı. Berndt, taş basamakların gıcırdamamasına şükrederek aşağı indi.

Telsiz odasına baktı. Telsizi Madam’ın şifoniyerine koymuş, parfüm şişelerini yere atmışlardı. Berndt o manzaraya baktı. Ernst’in mutfak bahçesindeki ölüsünü, Aşçı’nın son nefesinde Grutas’ın suratına tükürüşünü hatırladı. Odasına izinsiz girdi diye Madam’dan özür dilemesi gerekirmiş gibi hissediyordu. Botlarını eline alıp telsizle jeneratörünü de sırtladı ve servis merdiveninden aşağı indi. Bu ikisi yirmi kilodan ağırdı. Berndt ikisini sırtında ormana kadar taşıdı ve oraya sakladı. Atı alamadığı için üzgündü.

Hava kararmış, av köşkünün boyalı kütüklerinden ateşin ışığı görünmeye başlamıştı. Ailenin başına toplandığı ateş, kurutulmuş hayvanların tozlu gözlerinde yansıyordu. Hayvan kafaları eskiydi; kuşaklar boyu üst katın tırabzanlarından sarkan çocuklar, çeşitli yerlerini kel bırakmıştı.

Dadı ile Mischa’nın bakır banyo küveti ateşin öbür yanındaydı. Kadın ısıyı ayarlamak için çaydanlıktan su ekledi ve suyu köpürtüp Mischa’yı küvete soktu. Çocuk neşeyle köpüklerin arasına daldı. Dadı ateşin yanında ısınsın diye havluları getirdi. Hannibal, Micsha’nın minik bileziğini çıkarıp köpüklere batırdı ve bilezikten sabun baloncukları üflemeye başladı. Köpükler, ateşte patlamadan önce bütün aydınlık yüzleri yansıtıyordu. Mischa hem köpükleri yakalamaya çalışıyor, hem de bileziğini geri istiyordu. Bilezik yemden koluna takılana da kadar yatışmadı.

Hannibal’ın annesi küçük piyanoda barok bir kontrpuan çalıyordu.

Hafif müzik, gece olunca pencerelere gerilen battaniyeler ve ormanın kara kanatları etraflarını kuşatmıştı. Berndt yorgun bir şekilde eve vardı ve müzik sustu. Berndt’i dinlerken Kont Lecter’ın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Hannibal’ın annesi Berndt’in elini tutup okşadı.

Almanlar Litvanya’yı Ostland gibi işgal ettikçe, küçük bir Alman kolonisi oluşmaya başlamıştı, daha aşağı Slav türleri tasfiye edildikçe bunların yerini Aryanlar alacaktı. Yollarda Alman yürüyüş kolları, demiryollarında doğuya cephane taşıyan Alman trenleri vardı.

Rus bombardıman uçakları yürüyen birlikleri bombalıyor, saldırıyordu. Rusya’dan kalkan koca Ilyushin bombardıman uçakları, trenlerden ateş açan uçaksavarlara rağmen birlikleri vuruyordu.

Kara kuğular rahatça uçabilecekleri kadar yükselmişti, şafak vakti üstlerinden geçen uçakların gürültüsüne aldırmadan kademeli bir şekilde uçan dört kara kuğu, boyunlarını ileri uzatmış, güneye doğru gitmeye çalışıyordu.

Bir uçaksavar ateşi açıldı ve başta giden kuğu vücudunun ortasından vurulup yeryüzüne doğru düşmeye başladı. Öteki kuşlar havada dönerek kanat çırpıyor, büyük daireler çizerek alçalıyordu. Yaralı kuğu açık bir alana külçe gibi düştü ve öylece kaldı. Kuğunun dişisi yanına konup, gagasıyla onu dürttü, badi badi yürüyüp acıklı sesler çıkararak etrafında dolanmaya başladı.

Erkek kuğu kıpırdamıyordu. Yakında bir top mermisi patladı ve çayırın kenarında, ağaçların arasında hareket halinde olan Rus piyadeleri göründü. Bir Alman Panzer’i önündeki hendeği aşıp çayırın karşısına geldi ve koaksiyal taretinden ağaçlara doğru art arda ateş etmeye başladı. Dişi kuğu kanatlarını açıp, eşinin üstüne kapandı, tankın motoru da çılgınca atan kalbi gibi ses çıkarıyordu. Dişi kuğu eşinin üstüne kanat germiş halde, tıslayarak, kanatlarıyla tankı döverek direnirken tank, paletlerinin altında ezilen etlerin ve tüylerin farkına bile varmadan iki kuğunun üzerinden geçti...

LİNK

25 Kasım 2021 Perşembe

Alacakaranlıkta / Thomas Mann

Alacakaranlıkta

 Alacakaranlıkta

Alacakaranlıkta’dan…

Bay Klöterjahn “Öksürme Gabriele!” diyordu, “Dr. Hinzepeter’in sana öksürmeyi yasak ettiğini biliyorsun, sevgilim. Biraz kendini tut meleğim. Dediğim gibi, hastalığın yalnızca soluk borusun­da. İlk hastalandığın zaman ciğerlerinde bir şey var sanmış, Tanrı bilir ya çok korkmuştum. Ama ciğerde değil, hayır, asla değil, buna razı olamayız değil mi, Gabriele? Ha.. Ha.. Ha..!”

Dr. Leander “Kuşkusuz,” diyerek gözlüğünün altından Klöterjahn’a baktı. Biraz sonra Bay Klöterjahn iki kahveyle bir sandviç istedi. “K”ları genzinden söylüyor, sandviç derken de insanın iştahını kabartıyordu.

İstediğini getirdiler, odalarını da hazırladılar ve onları yerleştirdiler. Hastanın sağaltımını Dr. Leander üstlendi. Dr. Müller’i bu işe karıştırmadı.

Yeni hasta, Einfried’de olağanüstü bir ilgi uyandırdı. Bu türlü başarılara alışık olan Bay Klöterjahn, karısına karşı gösterilen sevgi ve saygıyı hoşnutlukla karşıladı. Şeker hastası general Bayan Klöterjahn’ı ilk gördüğü zaman mırıldanmasını bir an kesti, kuru yüzlü beyler de genç kadın yan­larına geldiği zaman gülümseyerek bacaklarına egemen olmaya çalıştılar.

Kent meclisi üyesinin eşi Bayan Spatz da, yaşlı bir dost olarak hemen onunla arkadaşlığa başladı. Evet, Bay Klöterjahn’ın adını taşıyan kadının belli bir etkisi vardı! Birkaç haftadır Einfried’de vakit geçiren, adı değerli bir taş adına benzeyen yazarın da, Bayan Klöterjahn yanından geçtiği zaman rengi değişti; durdu, genç kadın çoktan uzaklaştığı, gözden yittiği halde ol­duğu yere mıhlandı kaldı.

Daha iki gün geçmeden sanatoryumdakilerin hepsi Bayan Klöterjahn’ın öyküsünü biliyordu. Bremenli olduğu, konuşurken kimi heceleri tatlı tatlı ezmesinden anlaşılıyordu. İki yıl önce tüccar Klöterjahn ile evlenmiş ve Baltık kıyısına, kocası­nın doğduğu kente gitmişti. Orada, bundan on ay önce, olağanüstü güç ve tehlikeli koşullar altında şaşılacak kadar canlı, gürbüz bir oğlan, bir mirasçı doğurmuştu.

Bu güç, tehlikeli doğum onu zayıf düşürmüş, genç kadın bir daha da kendini top­layamamıştı. Aslında daha önceden de pek güçlü değildi öyle. Lohusa yatağından kalktığında çok yorgun ve bitkindi, öksürürken biraz kan gelmiş­ti; çok değildi, üzerinde durulmayacak kadar az bir şeydi; ama hiç gelmeseydi daha iyi olurdu elbette. İnsanı düşündüren, bu önemsiz olayın az sonra yinelenmesiydi. Neyse ki sağaltımı vardı.

Aile doktoru Hinzepeter sağaltıma başladı. Genç kadın tam olarak dinlenmeye alındı; buz parça­ları yutturuldu; öksürük gıcıklarına karşı morfin yapıldı ve elden geldiğince kalbi yatıştırıldı. Ama hasta bir türlü iyileşemiyordu. Olağanüstü bir çocuk olan küçük Anton Klöterjahn, hiçbir şeye aldırmadan, sonsuz bir enerjiyle yaşamdaki yerini alırken, genç anne tatlı, sessiz bir ateş içinde erir gibiydi. Dediğimiz gibi hastalık soluk borusundaydı.

Soluk borusu sözcüğü, Dr. Hinzepeter’in ağzında dinleyenleri yatıştıran, sanki insana yürek rahatlığı veren bir sözdü. Ama ciğerlerde bir şey olmadığı halde, doktor daha yumuşak bir iklimde, bir sanatoryumda dinlenmenin hastalığın sa­ğaltımını hızlandırmak bakımından daha doğru olacağını duyumsamış, bundan ötesini de Einfried Sanatoryumunun ve doktorunun ünü tamam­lamıştı.

Buraya gelişlerinin öyküsü buydu işte, merak edip soranlara Bay Klöterjahn bu öyküyü kendisi anlatıyordu. Kazancı da, midesi de sağlam olan bir adam gibi, yüksek sesli, patavatsızca, keyif­li bir konuşması vardı; kuzey kıyısı yerlileri gibi dudaklarını büzüp sözcükleri uzatıyor, ama yine de çabuk konuşuyordu. Kimi sözcükleri, sesler tabancadan çıkmış gibi fırlatıyor ve buna, yaman bir şaka yapmış gibi gülüyordu...

LİNK

24 Kasım 2021 Çarşamba

Buddenbrooklar / Thomas Mann

Buddenbrooklar

 Buddenbrooklar

Buddenbrooklar’dan…

Tabaklar yeniden değiştirildi. Galeta ununa batırılmış, buğulanmış ve kızartılmış kocaman bir domuz budu geldi ortaya; yanında içi kahverengimsi ve ekşimsi sosla dolu bir kâse ve bütün konuklara yetecek kadar sebze dolu bir garnitür tabağı vardı. Eti parçalayıp dilimlere ayırma işini Lebrecht Kröger üstlendi. Dirseklerini hafifçe kaldırmış, işaretparmaklarını çatalla bıçağın sırtına dayamış, lokum gibi parçaları özenle kesiyordu. Bayan Konsül Buddenbrook'un karışık meyvelerden hazırladığı özel içkisi, ağza alındığında insanın dilini tırmalayan, alkol tadı veren o nefis "Rus Meyve Kokteyl"i de konuldu masaya.

Rahip Wunderlich, Napoleon Bonaparte'ı görmediğine çok üzülüyordu. Ama ihtiyar Buddenbrook ve Jean Jacques Hoffstede onunla yüz yüze gelmişlerdi; ilk önce Rusya seferinden hemen önce Paris'te, Tuileries Sarayı'nın bahçesinde bir geçit töreninde, daha sonra da Danzig'de...

İhtiyar Buddenbrook, çatalına aldığı et parçasıyla patates ve lahanayı ağzına götürürken, kaşlarını kaldırdı ve "Hayır, hiç rahat görünmüyordu," dedi. Şair Hoffstede söze karışarak, "Ama Danzig'de çok neşeli olduğu söyleniyor. O zamanlar Danzig'de onunla ilgili olarak çok hoş bir fıkra anlatılırdı... Bütün gün Almanlarla kumar oynarmış, hem de ciddi ciddi. Geceleri de kendi generalleriyle oynarmış. Bir gün oyun sırasında masanın üzerinden bir avuç dolusu altın alıp generaline, 'Almanlar bu küçük Napoleon altınlarını çok seviyorlar, değil mi Rapp?' diye sormuş ve general de, 'Evet, Sir... büyüğünden daha fazla,' diye yanıt vermiş..."

Masanın çevresinde oturanlar pek neşelendiler ve hep birden kahkahayı bastılar, çünkü Hoffstede İmparator'un taklidini de yaparak fıkrayı çok güzel anlatmıştı. Bu gürültü ve kahkaha seli arasında ihtiyar Buddenbrook şöyle dedi:

"Şaka bir yana, büyüklüğüne saygı duymamak mümkün değil... Müthiş bir kişilik!"

Konsül Buddenbrook ciddi bir yüz ifadesiyle başını her iki tarafa sallayarak, katılmadığını belirtti.

"Hayır, hayır, Enghien Dükü'nü katleden ve Mısır'da sekiz yüz tutsağı öldürten böyle bir adama karşı nasıl olup da saygı duyulur, doğrusu biz genç kuşakla bunu anlayamıyoruz..." Rahip Wunderlich, "Bütün bunlar abartılmış ve gerçekler tahrif edilmiş olabilir," dedi. "Dük, akılsız davranıp İmparator'u kışkırtmış olabilir, Mısır'daki tutsakların idam edilmeleri de, yasal bir savaş meclisinin etraflıca düşünerek vermek zorunda kaldığı karar gereği olabilir..." Birkaç yıl önce yayımlanan ve kendisinin de okuduğu bir kitaptan, İmparator'un bir sekreterinin yazdığı ve çok büyük ilgi gören bir kitaptan söz etti...

Konsül Buddenbrook önlerindeki şamdanın üstünde titreyerek yanan mumu üfleyerek söndürdükten sonra, "Ne söylenirse söylensin, benim aklım almaz. Böylesi bir canavara hayranlık duyulmasını anlamam mümkün değil! Dinine bağlı bir Hıristiyan olarak böyle bir duyguya içimde yer yok," dedi.

Yüzünde sessiz ve dalgın bir ifade belirmişti, hatta başını da biraz yana doğru eğmişti; bu sırada babası ve Rahip Wunderlich birbirlerine bakıp sessizce gülümsüyor gibiydiler...

LİNK

23 Kasım 2021 Salı

Büyülü Dağ / Thomas Mann

Büyülü Dağ

 Büyülü Dağ

Büyülü Dağ’dan…

Joachim, canı biraz sıkkın, “Evet. Savaşta. Derdi dizinden. Daha doğrusu dizindendi. Diz kapağını aldırttı,” dedi.


Hans Castorp bunu olabildiğince çabuk geçiştirdi. Başını çevirip arkaya bakarken, “Demek böyle. Senin de hâlâ dertlerin olduğunu söylemeyeceksin, değil mi? Artık kılıç kuşanmaya hak kazanmış ve manevradan yeni dönmüş gibisin,” dedi ve yan gözle kuzenine baktı.

Joachim ondan daha uzun boyluydu, omuzları da onunkilerden genişti. Enerjik gençliğin simgesi gibiydi ve sanki üniforma giymek için yaratılmıştı. Sarışın ülkesine aykırı kaçan simsiyah saçları vardı, koyu renk teni de güneşten neredeyse bronzlaşmıştı. İri kara gözleri ve düzgün hatlı dolgun dudaklarının üzerindeki koyu renkli küçük bıyığıyla pekâlâ yakışıklı sayılabilirdi; tabii kepçe kulaklı olmasa.

Ömrünün büyük bir bölümünün tek derdi buydu ama şimdi başka dertler de binmişti. Hans Castorp, “Benimle aşağıya döneceksin, değil mi?” diye konuşmasını sürdürdü. “Bir engel olduğunu sanmıyorum.”

Kuzeni her zaman yumuşak bakışlı olan ama son beş aydır biraz bıkkın, hatta hüzünlü bir ifadenin çöktüğü iri gözlerini ona çevirerek, “Seninle aşağıya mı?” diye sordu. “Ne demek istiyorsun?”

“Yani üç hafta sonra.”

“Evet, anladım. Şimdiden eve dönmeyi düşünüyorsun,” diye yanıt verdi Joachim. “Dur, bakalım. Daha yeni geldin. Kuşkusuz, burada, yukarıda üç hafta bize bir şey ifade etmez ama sen burayı yalnızca ziyaret ettiğin ve tam üç hafta kalacağın için sana göre bu uzun bir zaman. İlk önce buraya alış, bunun o kadar kolay olmadığını anlayacaksın. Ayrıca yalnızca iklimimiz sıra dışı değil. Burada oldukça değişik şeyler göreceksin. Bak gör. Benimle ilgili söylediklerine gelince; işim senin sandığın kadar kolay değil dostum. ‘Üç haftada eve dönmek’ gibi laflar aşağıların işi. Evet, çok güzel yandım ama Behrens’in her zaman söylediği gibi bu kardan oluyor, fazla bir anlamı yok. Altı ay daha burada kalmamın neredeyse kesin olduğunu söyledi.”

“Ne, altı ay mı? Aklını mı kaçırdın?” diye haykırdı Hans Castorp, bir kulübeden pek farkı olmayan istasyonun önündeki çakıl taşı döşeli alanda bekleyen iki güçlü atın çektiği arabaya binip sert oturma yerlerine yerleşirlerken. Hans Castorp öfkeyle kuzenine döndü ve, “Altı ay mı? Burada aşağı yukarı o kadar kaldın zaten! İnsanın o kadar bol zamanı yok ki,” dedi.

Joachim kuzeninin içten öfkesine aldırmaksızın birkaç kez başını salladı. “Burada insanların zamanlarıyla nasıl rahat ve hızlı oynadıklarını anlatsam inanmazsın. Onlara üç hafta bir gün gibi geliyor. Göreceksin. Öğreneceğin çok şey var,” dedi, sonra da, “insan burada birçok düşüncesini değiştiriyor,” diye ekledi.

Hans Castorp gözlerini onun profilinden ayıramıyordu.

Başını sallayarak, “Ama inanılmaz düzelmişsin,” dedi...

LİNK

22 Kasım 2021 Pazartesi

Değişen Kafalar / Thomas Mann

Değişen Kafalar

Değişen Kafalar

Değişen Kafalar’dan…

Metafizik sözcükler duyunca ağlamadan duramayan ve yaratılışı çabuk etki altında kalma eğilimi gösteren Nanda'nın, hele Şridaman'ın başka zamanlarda ince olan sesinin yüreğe işleyen bir uyum kazandığı bugünde, kara gözlerinde yaşlar pırıldamaya başlamıştı:

- Bugün nasıl da güzel konuşuyorsun Dav-ji. Sanırım seni şimdiye kadar hiç böyle konuşurken duymamıştım. Öyle içime işliyor ki; bu kadar içime işlediği için sürdürmemeni dilerim. Ama konuş, yalvarırım bağlardan, ruhtan ve evrenin kucaklayıcısından söz etmeyi sürdür.

Bunun üzerine Şridaman daha da coştu:

- Görüyorsun ki; o, yalnızca baştan çıkarmakla kalmıyor, bilgi de sağlıyor. Sözlerimin seni etkilemesi, bu sözlerin, konuşma tanrıçasının Brahma'nın bilgisiyle karışan sözleri olmasından dolayıdır. Onun ikiliğinden ululuğunu anlamalıyız; çünkü o öfkeli, kara ve korkunçtur, varlıkların kanını, dumanı tüten kadehlerden içer. Ama öte yandan kutsal ve iyilikçildir, bütün yaşam ondan fışkırır ve bütün canlı varlıklar onun besleyici göğsünde saklanır. O, içinde uyuyan Vişnu'nun büyük mayasıdır, onu sarar, biz de Vişnu'nun kucağında düşler görürüz. Birçok su Ganj'a dökülür ama Ganj da denize. Biz de Vişnu'nun dünyalar düşünü gören tanrısallığına açılıyoruz, o da deniz anaya açılıyor.

Şunu bil ki, yaşam düşümüzün kutsal tapınaklı bir yıkanma yerine geldik ve orada evrenin doğurucusunun, evrenin kucaklayıcısının ağuşunda yıkandık, olasılık kendisine duyduğum saygıyı su dökünerek kanıtladığımız için bize en güzel biçimiyle göründü. Lingsam ve Yoni, yaşamda, gelinle birlikte elleri çiçekten bağlarla birleştirilmiş olarak düğün ateşinin çevresinde dolaşırken, erkeğin "onu aldım" demesinden daha büyük bir anı olabilir mi? Erkek, kızı anne ve babasının elinden alırken şu çok güzel sözleri söyler; bu benim, şu da sen, ben göğüm, sen de yer, ben şarkının ezgisiyim, sen de sözleri, böylece yolculuğumuza başlayalım.

Karşılaşma törenini kutladıkları zaman, artık insan, şu bu değil de erkeğin Şiva, kadının da güzel tanrıça Durga olduğu, sözlerinin söz olmaktan çıkıp esriklik mırıltılarına döndüğü zaman kucaklaşmanın üstün mutluluğuyla yaşamın en yüce katına ulaşırlar. İşte bizi bilgiye daldıran ve ananın kucağındaki benlik çığlığından kurtaran kutsal saat budur. Nasıl yaşam ve ölüm sevgide birleşirse güzellik ve zekâ da coşkuyla birbirine katılır.

Nanda bu metafizik sözlerle tümüyle kendinden geçmişti.

Gözlerinden yaşlar dökülürken:

- Hayır, diyordu. Konuşma tanrıçasının sana olan iyilikçilliği ve seni Brahma'nın bilgisiyle donatması dayanılır şey değil; ama insan yine de durmadan seni dinlemek istiyor. Senin usunun yarattığının beşte birini söyleyebilsem, kendime sonsuz bir saygı duyarım. Bunun içindir sana o kadar gereksinimim var, ağabeyciğim. Çünkü bende olmayan sende var ve sen benim dostumsun, sanki senin artamların benimmiş gibi oluyor. Çünkü senin yoldaşın olarak benim de senden payım var ve ben de biraz Şridaman'ım. Ama sen olmasan yalnızca Nanda olurdum, bu da bana yetmezdi. Açıkça söyleyeyim ki; senden bir an bile ayrılmaya dayanamam, böyle bir şey olursa kendi elimle odun toplar, kendimi yakarım.

Sana bu kadarını söylemeliyim. Gitmeden şunu al...

LİNK

21 Kasım 2021 Pazar

Venedik’te Ölüm / Thomas Mann

Venedik'te Ölüm

Venedik’te Ölüm

Venedik’te Ölüm’den…

Bir kolunu küpeşteye dayamış, geminin kalkışını görmek için rıhtıma birikmiş aylak halkı ve güvertedeki yolcuları seyrediyordu. İkinci mevki yolcuları, kadınlı erkekli, baş kasarasında sandıklarla denkleri altlarına almışlar, çömelmiş, oturuyorlardı. İtalya’ya bir gezinti için bir araya gelmiş Polalı tüccar yardımcıları olacak taşkın neşeli bir gençler grubu, birinci mevki güvertesindeki kalabalığı oluşturuyordu.

Şahıslarıyla, girişimleriyle böbürleniyor, çene yarıştırıp gülüşüyor, kendilerini beğenerek kendi jestlerinden zevk alıyor, küpeşteden sarkarak, çantaları koltuklarında, rıhtım boyunca iş peşinde giden ve tatil yapanları bastonlarıyla tehdit eden arkadaşlarına alaylı alaylı laf yetiştiriyorlardı. Açık sarı, son moda yazlık elbiseli, kırmızı kravatlı, kenarları fiyakayla yukarı kıvrık Panama şapkalı biri, cırlak sesiyle taşkınlıktan yana hepsini bastırıyordu. Aschenbach ona dikkatle bakar bakmaz, bir dehşet duygusuyla, bu delikanlılığın sahte olduğunu anladı.

Yaşlıydı bu adam, şüphe edilemezdi bundan. Gözlerini, ağzını kırışıklıklar çevreliyordu. Yanaklarındaki soluk kırmızılık, allıktı; alacalı bir bezle sarılmış hasır şapkanın altındaki kestane rengi saçlarıysa peruk! Boynu göçmüş, sinirleri meydana çıkmış, üst dudağına konmuş bıyıkla çenesindeki bamtelleri boyanmıştı; gülerek gösterdiği sarı ve eksiksiz dişleri ucuz cinsinden takma, her iki işaretparmağında birer mühür yüzük takılı elleri, sanki ihtiyar eliydi. Aschenbach ona ve arkadaşlarıyla olan yakınlığına ürpertiyle baktı.

Bu adamın ihtiyar olduğunu, onların züppece, alacalı giyinişini hakkı olmadan taklit ettiğini, hakkı olmadan onlara benzemeye yeltendiğini bunlar bilmiyor, görmüyorlar mıydı? Görünüşe göre onun, aralarında bulunuşuna doğal ve alışık bir gözle bakıyor, ona yaşıtlarıymış gibi davranıyor, şakacı muştalarına kızmadan karşılık veriyorlardı. Nasıl oluyordu bu iş? Aschenbach eliyle alnını örttü ve gece az uyuduğu için yanan gözlerini kapadı. Ona öyle geliyordu ki, her şey sanki doğallığından uzaklaşıyor, sanki hülyalı bir yabancılaşma, dünyanın garipliğe dönüşmesi çevreye kol salmaya başlıyordu; elini gözlerine siper ederek çevresine yeniden baksaydı, bu gelişmenin önünü alabilirdi belki.

Ama o anda, içinden, birdenbire bir duygu koptu: Yüzüyordu sanki. Mantıksız bir telaşla gözlerini kaldırarak geminin ağır ve kara gövdesinin, yavaş yavaş rıhtım duvarından ayrıldığını fark etti. Rıhtım ile borda arasında kirli parıltılar yapan su şeridi, makinelerin ileri geri işlemeleri sonucu, pus pus genişliyor ve ağır manevralardan sonra vapur, baş bodoslamasını engine doğru çeviriyordu. Aschenbach sancak tarafına geçti; kambur, kendisine bir şezlong kurmuştu, lekeli frakıyla bir kamarot, ona ne emrettiğini sordu.

Kurşuniydi gök, rüzgârsa nemli. Liman ve adalar geride kalmış, çok geçmeden puslu ufuklarda kara namına her şey silinmişti. Rutubetten şişmiş kömür tozu topakları, yıkanmış ve kurumak bilmeyen güverteye yağıyordu. Daha bir saat geçmeden yağmur başladığı için tenteler gerildi.

Pardösüsüne bürünmüş, kucağında bir kitapla seyyah, saatlerin akışından habersiz oturuyordu. Yağmur dinmişti, çadır bezi çatıyı kaldırdılar. Ufuk çepçevre görünüyor, bulanık gök kubbe altında ıssız denizin görkemli tekeri çepçevre uzanıyordu. Fakat boş, bölünmemiş bir mekânda zaman duygusu da elimizden gider, ölçüsüzün içinde bocalarız. Garip gölge şekiller, ihtiyar züppe, ambardaki tekesakal belirsiz jestler ve karışık sayıklamalarla dinlenenin zihninden geçiyordu; derken uyudu.

Öğleye doğru, yapılan ısrar üzerine, hafif bir yemek yemeye, sağında solunda yataklı kamaraların kapılarının bulunduğu koridorumsu yemek salonuna indi. Orada baş ucunda yemeğini yemeye oturduğu uzun masanın sonunda, ihtiyar olan da dahil olmak üzere tüccar yardımcıları, saat ondan beri hovarda kaptanla kadeh tokuşturuyorlardı. Yemek bir şeye benzemiyordu, Aschenbach çabucak yiyip kalktı. Güverteye çıkıp göğü görmeye, Venedik üzerindeki göğün daha aydınlık olup olmayacağını anlamaya can atıyordu.

Bunun mutlaka böyle olacağını sanmıştı, çünkü şehir onu hep duru bir gökle karşılamıştı. Fakat gök ve deniz bulanık ve kurşun gibi kalıyor, zaman zaman puslu bir yağmur serpiştiriyordu; deniz yolundan bir başka Venedik’le, karadan gittiği zamankinden farklı bir Venedik’le karşılaşmak olasılığına boyun eğdi. Bakışlarını uzaklara dikmiş, kara gözleyerek pruva direğine dayanmıştı.

Hülyasının kubbe ve çan kuleleri, vaktiyle bu dalgalardan çıkmış o melankolik ve coşkun ruhlu şairi düşündü; o zamanlar saygı, mutluluk ve kederle ölçülü şarkılar haline gelmiş o eserden birkaç parçayı içinden tekrarladı ve nazma dökülmüş duygularla kolayca tahrik edilmiş bir halde, bu dizelerden aylak yolcuya yeni bir kendinden geçiş ve çalkantı, geç kalmış bir duygu serüveni nasip olup olmayacağını anlamak üzere, durgun ve yorgun kalbini yokladı...

LİNK