21 Kasım 2021 Pazar

Venedik’te Ölüm / Thomas Mann

Venedik'te Ölüm

Venedik’te Ölüm

Venedik’te Ölüm’den…

Bir kolunu küpeşteye dayamış, geminin kalkışını görmek için rıhtıma birikmiş aylak halkı ve güvertedeki yolcuları seyrediyordu. İkinci mevki yolcuları, kadınlı erkekli, baş kasarasında sandıklarla denkleri altlarına almışlar, çömelmiş, oturuyorlardı. İtalya’ya bir gezinti için bir araya gelmiş Polalı tüccar yardımcıları olacak taşkın neşeli bir gençler grubu, birinci mevki güvertesindeki kalabalığı oluşturuyordu.

Şahıslarıyla, girişimleriyle böbürleniyor, çene yarıştırıp gülüşüyor, kendilerini beğenerek kendi jestlerinden zevk alıyor, küpeşteden sarkarak, çantaları koltuklarında, rıhtım boyunca iş peşinde giden ve tatil yapanları bastonlarıyla tehdit eden arkadaşlarına alaylı alaylı laf yetiştiriyorlardı. Açık sarı, son moda yazlık elbiseli, kırmızı kravatlı, kenarları fiyakayla yukarı kıvrık Panama şapkalı biri, cırlak sesiyle taşkınlıktan yana hepsini bastırıyordu. Aschenbach ona dikkatle bakar bakmaz, bir dehşet duygusuyla, bu delikanlılığın sahte olduğunu anladı.

Yaşlıydı bu adam, şüphe edilemezdi bundan. Gözlerini, ağzını kırışıklıklar çevreliyordu. Yanaklarındaki soluk kırmızılık, allıktı; alacalı bir bezle sarılmış hasır şapkanın altındaki kestane rengi saçlarıysa peruk! Boynu göçmüş, sinirleri meydana çıkmış, üst dudağına konmuş bıyıkla çenesindeki bamtelleri boyanmıştı; gülerek gösterdiği sarı ve eksiksiz dişleri ucuz cinsinden takma, her iki işaretparmağında birer mühür yüzük takılı elleri, sanki ihtiyar eliydi. Aschenbach ona ve arkadaşlarıyla olan yakınlığına ürpertiyle baktı.

Bu adamın ihtiyar olduğunu, onların züppece, alacalı giyinişini hakkı olmadan taklit ettiğini, hakkı olmadan onlara benzemeye yeltendiğini bunlar bilmiyor, görmüyorlar mıydı? Görünüşe göre onun, aralarında bulunuşuna doğal ve alışık bir gözle bakıyor, ona yaşıtlarıymış gibi davranıyor, şakacı muştalarına kızmadan karşılık veriyorlardı. Nasıl oluyordu bu iş? Aschenbach eliyle alnını örttü ve gece az uyuduğu için yanan gözlerini kapadı. Ona öyle geliyordu ki, her şey sanki doğallığından uzaklaşıyor, sanki hülyalı bir yabancılaşma, dünyanın garipliğe dönüşmesi çevreye kol salmaya başlıyordu; elini gözlerine siper ederek çevresine yeniden baksaydı, bu gelişmenin önünü alabilirdi belki.

Ama o anda, içinden, birdenbire bir duygu koptu: Yüzüyordu sanki. Mantıksız bir telaşla gözlerini kaldırarak geminin ağır ve kara gövdesinin, yavaş yavaş rıhtım duvarından ayrıldığını fark etti. Rıhtım ile borda arasında kirli parıltılar yapan su şeridi, makinelerin ileri geri işlemeleri sonucu, pus pus genişliyor ve ağır manevralardan sonra vapur, baş bodoslamasını engine doğru çeviriyordu. Aschenbach sancak tarafına geçti; kambur, kendisine bir şezlong kurmuştu, lekeli frakıyla bir kamarot, ona ne emrettiğini sordu.

Kurşuniydi gök, rüzgârsa nemli. Liman ve adalar geride kalmış, çok geçmeden puslu ufuklarda kara namına her şey silinmişti. Rutubetten şişmiş kömür tozu topakları, yıkanmış ve kurumak bilmeyen güverteye yağıyordu. Daha bir saat geçmeden yağmur başladığı için tenteler gerildi.

Pardösüsüne bürünmüş, kucağında bir kitapla seyyah, saatlerin akışından habersiz oturuyordu. Yağmur dinmişti, çadır bezi çatıyı kaldırdılar. Ufuk çepçevre görünüyor, bulanık gök kubbe altında ıssız denizin görkemli tekeri çepçevre uzanıyordu. Fakat boş, bölünmemiş bir mekânda zaman duygusu da elimizden gider, ölçüsüzün içinde bocalarız. Garip gölge şekiller, ihtiyar züppe, ambardaki tekesakal belirsiz jestler ve karışık sayıklamalarla dinlenenin zihninden geçiyordu; derken uyudu.

Öğleye doğru, yapılan ısrar üzerine, hafif bir yemek yemeye, sağında solunda yataklı kamaraların kapılarının bulunduğu koridorumsu yemek salonuna indi. Orada baş ucunda yemeğini yemeye oturduğu uzun masanın sonunda, ihtiyar olan da dahil olmak üzere tüccar yardımcıları, saat ondan beri hovarda kaptanla kadeh tokuşturuyorlardı. Yemek bir şeye benzemiyordu, Aschenbach çabucak yiyip kalktı. Güverteye çıkıp göğü görmeye, Venedik üzerindeki göğün daha aydınlık olup olmayacağını anlamaya can atıyordu.

Bunun mutlaka böyle olacağını sanmıştı, çünkü şehir onu hep duru bir gökle karşılamıştı. Fakat gök ve deniz bulanık ve kurşun gibi kalıyor, zaman zaman puslu bir yağmur serpiştiriyordu; deniz yolundan bir başka Venedik’le, karadan gittiği zamankinden farklı bir Venedik’le karşılaşmak olasılığına boyun eğdi. Bakışlarını uzaklara dikmiş, kara gözleyerek pruva direğine dayanmıştı.

Hülyasının kubbe ve çan kuleleri, vaktiyle bu dalgalardan çıkmış o melankolik ve coşkun ruhlu şairi düşündü; o zamanlar saygı, mutluluk ve kederle ölçülü şarkılar haline gelmiş o eserden birkaç parçayı içinden tekrarladı ve nazma dökülmüş duygularla kolayca tahrik edilmiş bir halde, bu dizelerden aylak yolcuya yeni bir kendinden geçiş ve çalkantı, geç kalmış bir duygu serüveni nasip olup olmayacağını anlamak üzere, durgun ve yorgun kalbini yokladı...

LİNK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder