31 Ekim 2021 Pazar

Yaban Diyarlardaki Yabancı / Robert A. Heinlein

Yaban Diyarlardaki Yabancı

Yaban Diyarlardaki Yabancı

Yaban Diyarlardaki Yabancı’dan…

Foster o anda üzerinde çalışmakta olduğu İşinden başını kaldırdı. "Ufaklık!" "Efendim?"

"Şu istediğin genç, artık serbest. Marslılar onu bıraktılar."

Digby'nin kafası karışmış görünüyordu. "Özür dilerim. İlgilenmekle görevli olduğum genç bir varlık mı vardı?"

Foster meleksi gülümsemesiyle baktı. Mucizelere hiç gerek yoktu. Gerçekte "mucize" denilen sahte kavram kendi kendiyle çelişen bir şeydi. Ama bu gençlerin bunu kendi kendilerine öğrenmeleri gerekiyordu. "Boş ver," dedi şefkatle. "Önemsiz bir iş, kendim hallederim... ve Ufaklık?"

"Efendim?"

"Bana 'Fos' de... dışarıdayken resmiyet gerekli olabilir ama burada, stüdyoda bunlara ihtiyacımız yok. Bundan sonra sana 'Ufaklık' dememem gerektiğini hatırlat... şu geçici görevinde oldukça iyi bir sicilin olmuş. Hangi isimle çağrılmak istersin?"

Yardımcısı gözlerini kırpıştırdı. "Başka bir adım da mı var?"

"Binlerce. Aralarından hangisini tercih edersin?"

"Şey, bu çağdan hatırladığım bir tane yok."

"Hımm... 'Digby' olarak çağrılmaya ne dersin?"

"Şey, evet. Bu çok güzel bir isim. Teşekkür ederim."

"Bana teşekkür etme. Bunu hak ettin." Başmelek Foster işine döndü, az önce ilgilendiği küçük ayrıntıyı unutmamıştı. Kısa bir an şu kupanın küçük Patricia'dan nasıl alınacağını düşündü, sonra kendini bu profesyonellik dışı, neredeyse insanca düşünce yüzünden azarladı. Bir meleğin merhamet göstermesi mümkün değildi; meleksi şefkat buna yer bırakmıyordu.

Marslı Eskiler, büyük estetik problemlerini zarif ve muhteşem bir sonuca bağlamış ve ortaya çıkacak yeni problemleri görmek için birkaç tam-üçlü boyunca bunu denemeye karar vermişlerdi. O sırada, aceleci olmadan ama çabucak ve neredeyse umursamazca, kendi dünyasına yollanan yabancı yuvalının zihnine ulaştılar, kendi insanları hakkında öğrendiklerini sorguladıktan sonra onu bağırlarına bastılar ve sonra da öylesine bir kenara attılar çünkü artık onların amaçları için bir anlam ifade etmiyordu.

Kamakura'daki Daibutsu, Honshu adasının 280 kilometre uzağında meydana gelen sismik hareketin yol açtığı dev dalgayla bir kez daha yıkandı. Dalga 13000'den fazla insanı öldürdü ve küçük bir erkek bebeği Buda heykelinin ta tepesine taşıyıp bıraktı. Hayatta kalan keşişler bebeği bulup iyileştirdiler. Bu bebek doksan yedi Arz yılı boyunca yaşadı, ne çocuğu oldu, ne de Yokohama'ya kadar ünü ulaşan yüksek sesli ve uzun geğirmesi dışında önemli bir şey yaptı.

Cynthia Duchess, şöhretinin getirdiği tüm olanaklardan yararlanarak rahibelere katıldı ve üç gün sonra, bu kez oldukça gösterişsiz biçimde oradan ayrıldı. Eski Genel Sekreter Douglas, sol elinin felç olmasına yol açan ama kendisine emanet edilmiş müşavirlik yetkilerini kullanmayı sürdürmesine engel olmayan ufak bir kalp krizi geçirdi. Lunar Girişimcilik Ltd., tamamına sahip oldukları Ares Ticaret şirketinin senetleriyle ilgili bir konuda bir prospektüs yayınladı. Lyle İtkisi kullanan keşif aracı Mary Jane Smith, Plüton'a indi. Colorado, Fraser, tarihinin en soğuk şubat ayını yaşadı...

LİNK

30 Ekim 2021 Cumartesi

Uzayda Kaybolanlar / Robert A. Heinlein

Uzayda Kaybolanlar

Uzayda Kaybolanlar

Uzayda Kaybolanlar’dan…

Çırağın monoton sesini Hoyland, hemen hemen hiç dinlemiyordu. Bu; karanlık çağın, günahın ve isyanın tarihi idi. Sonunda aklıselimin galip geleceğini, âsi liderlerin vücutlarının konvertere gideceğini, ölümden kaçabilen birkaç âsinin de şimdiki âsilerin ataları olduklarını, sonra yeni bir kaptanın seçildiğini anlatıyordu.

Hugh, tatmin olmamış bir şekilde kalktı. Muhakkak ki sorularının cevabı bu satırlarda vardı, çünkü bunlar kutsal metinlerdi. Fakat o,, bunları anlayabilecek kadar zeki değildi. Niçin? Bütün bunlar niye? Hakikaten yemekten, uyumaktan ve ölünce konvertere gitmekten başka bir şey yok muydu? Jordan, kendisi gibi basit kişilerin, O'nu anlamasına yoksa hiç değer vermemiş miydi? Ve bu içini kemiren duygular, bu giderilemeyen açlık nedendi?

Hugh kahvaltısını ederken bir haberci geldi.

—«Âlim, Hugh Hoyland'ı görmek istiyor» diye kısaca bildirdi.

Hugh, kendisini çağıran âlimin, gemi halkının fikir ve bedeni durumu ile ilgilenen teğmen Nelson olduğunu anladı ve kahvaltısının geri kalan kısmını ağzına tıkıp habercinin peşine takıldı.

—«Hugh Hoyland!» diye haberci bildirdi.

—«İçeri gel, oğlum. Otur. Yemek yedin mi?»

Hugh yemek yediğini söyledi, fakat gözleri âmirinin masası üstündeki garip yemişlere takılmıştı. Nelson, onun bakışlarını takip ederek konuştu.

—«Bu incirlerden al da tadına bak. Yepyeni bir çeşit. Öbür taraftan getirttim. Gençlerin, bir kaç tatlı lokma için daima yeri vardır.»

Hugh, ikram edilen incirleri sıkılarak aldı. Şimdiye kadar, bir âlimden hiç bir şey almamıştı. Âlim, iskemlesine rahatça yaslanarak ellerini gömleğine sildi ve sakalını sıvazlayarak ona bakmaya başladı. —«Seni son günlerde hemen hemen hiç görmedim. Söyle bakalım, zamanını nasıl geçiriyorsun?» Daha Hugh cevap vermeden devam etti:

«Dur, ben söyleyeyim. Herhalde, konmuş olan kurallara pek de riayet etmeden, etrafı dolaşmaya harcadın, zamanının çoğunu. Belki yasaklanmış olan yerlere bile gittin, değil mi?» Huhg'un yüzüne dikçe baktı ve konuşmasını sürdürdü: «Neyse, üzülme. Bütün bunları biliyorum ve sen de benim bunları bildiğimi biliyorsun. Bu yaptığın işler, artık hayatına bir yön çizmek zamanı geldiğini bana hatırlatmış oldu. Söyle bakalım, belirli bir planın var mı?»

—«Şey, belirli bir şey yok efendim.»

— Edris Baxter denen kızdan ne haber? Onunla evlenmeyi düşünüyor musun?»

—«Bilmiyorum, efendim. Babası razı, düşünüyorum. Yalnız...»

—«Yalnız ne?»

—«Babası, çiftliğinde oturmamı istiyor. İyi bir fikir. Çiftliği ve amcamın işi, ikisi birden benim varlıklı bir adam olmamı sağlar.»

—«Fakat yine de emin değilsin!»

—«Evet, bilmiyorum.»

—«Doğru. Sana göre bir iş değil. Senin için daha başka planlarım var. Söyle bakalım, niçin senin okuma ve yazma öğrenmeni sağladığımı düşündün mü? Tabii ki düşünmüşsündür. Şimdi beni iyi dinle. Seni çocukluğundan beri izliyorum. Akranlarına nazaran sende çok fazla bir hayal gücü, merak ve heyecan var. Lider olarak doğmuş bir kişisin. Doğduğun zaman bile diğerlerinden farklıydın. Kocaman bir kafan vardı ve birkaç kişi, senin hemen konvertere atılmanı istedi. Fakat ben onlara mani oldum. Sana daha o zaman güvenmiştim. Bil köylü hayatı, sana göre bir yaşam değil. Sen âlim olmalısın.» İhtiyar adam sustu ve Hugh'un yüzüne baktı. Hugh şaşırmıştı. «Evet, senin gibi bir genç için iki yol var; ya mühim biri yapılır, ya da konvertere atılır

LİNK

29 Ekim 2021 Cuma

Kızıl Gezegen / Robert A. Heinlein

Kızıl Gezegen

Kızıl Gezegen

Kızıl Gezegen’den…

Doktor MacRae bardağını alırken "Jim, bu vatandaş iyi olduğunu söylüyor. Mesele nedir?" diye sordu.

"İyiyim dediğini biliyorum Dok, ama iyi değil. Muayene edip neyi olduğunu bulamaz mısın?"

"Onu muayene etmek mi? Nasıl oğlum? Onun ateşini bile ölçemem çünkü ateşinin ne olması gerektiğini bilmiyorum. Onun vücut kimyası hakkındaki bütün bilgim eşeğin hoşaftan anladığı kadar, istersen onu kesip açayım da nasıl yaşadığını görelim."

Willis birden bütün çıkıntılarını içine çekip bir bilardo topu gibi özelliksizleşti. "Onu korkuttun," dedi Jim suçlarcasına.

"Pardon." Doktor uzanıp kürklü topu tuttu ve kaşıyıp gıdıklamaya başladı, "İyi Willis, cici Willis. Hiç kimse Willis'i incitmeyecek. Hadi oğlum, çık deliğinden dışarı."

Willis konuşma diyaframının üzerindeki büzüğü biraz araladı. Jim'in sesiyle "Willis'i incitmek yok?" diye endişeyle sordu.

"Willis'i incitmek yok. Söz."

"Willis'i kesme yok?"

"Willis'i kesme yok. Biraz bile."

Gözler yavaşça dışarı fırladı. Her ne yaptıysa uyanık, tedbirli bir ifade takınmayı, yüz yerine geçecek bir şeyi olmamasına rağmen, başardı. "Şimdi daha iyi," dedi doktor. "Konumuza geri dönelim, Jim. İkimiz de bir şey yok derken sana bu arkadaşta bir sorun olduğunu düşündüren de ne?"

"Yani, Dok, davranış biçimi, içeride çok iyi, ama dışarı çıktığında... Etrafta zıplaya zıplaya beni her yerde takip ederdi, burnunu her şeye sokardı."

"Onun burnu yok ki," dedi Francis.

"Tamam sana on verdim. Fakat şimdi onu ne zaman dışarı çıkarsam topa dönüşüyor, tek ses bile çıkarmıyor. Eğer hasta değilse niye böyle davranıyor?"

"Olay aydınlanmaya başladı," diye cevapladı doktor. "Bu balonla ne kadardır berabersin?"

Jim yirmi dört aylık Mars yılından geriye doğru düşündü. "Zeus'un sonundan beri, yaklaşık olarak Kasım'dan beri yanı.

"Ve şu anda Mart'ın sonundayız, neredeyse Ceres, yani yaz bitti. Bu aklına bir şey getiriyor mu?"

"Hayır."

"Onun karda etrafta zıplayıp dolaşacağını mı umuyordun? Biz soğuk olunca buradan gidiyoruz, o burada yaşıyor."

Jim'in ağzı açık kaldı. "Yani kış uykusuna mı yatmaya çalışıyor demek istiyorsun?"

"Başka ne olabilir ki? Willis'in ataları milyonlarca yıldır buranın mevsimlerine alışmışlardır, ondan atalarını önemsememesini bekleyemezsin."

Jim'in canı sıkıldı. "Onu beraberimde Syrtis Minor'a götürmeyi planlamıştım."

"Syrtis Minör mu? Evet, evet; bu yıl okul için uzaklara gideceksin değil mi? Sen de Frank."

"Bildin!"

"Siz çocukların nasıl büyüdüğünü bir türlü anlayamıyorum. Mars'a yıllar iki misli uzun olacak diye geldim ama pek bir fark yok sanki — bu defa da çok hızlı geçiyorlar."

LİNK

28 Ekim 2021 Perşembe

Kaybolan Miras / Robert A. Heinlein

Kaybolan Miras

Kaybolan Miras

Kaybolan Miras’tan…

Cerrahın açık turuncu eldivenler içindeki, insan dışı bir yaratığı andıran ince ve uzun, narin elleri, yaranın üstünde zarif ve ustaca hareket ediyordu. Bu eller, sanki kendine özgü ayrı bir hayat ve zekâyla yüklüydü, ölümünden hücrelerin henüz habersiz olduğu, tamamı yok olmuş doku temizlenip alındı – lime lime kemik parçaları, yırtılmış sert zar, asıl beynin gri kabuk dokusu...

Huxley, bu ufak çaplı gösteriden büyülenmiş, zamanın ve olayların akışından bütünüyle kopmuştu. Tek hatırlayabildiği, kısa, özlü emirlerdi: "Krampon!", "Pens!", "Tampon!". Ufacık testerenin boğuk sızlayışı; sert ve canlı kemikte gidip gelen, diş kamaştırıcı gıcırtı. Zarar görmüş kıvrımları düzeltmek için spatulaya benzeyen bir alet zarifçe kullanılmıştı. Her şey inanılmaz ve gerçek dışıydı. Huxley, düz ve ince bir bıçağın, zihnin kapısını yontuşunu, mantığın ince duvarlarını tıraşlayışını izledi.

Hemşirelerden biri, üç kez cerrahın alnındaki teri silmişti.

Parafin işlevini yerine getirdi. Vitalyum alaşımı kemiğin yerini aldı, gizli enfeksiyonun üzerini örttü. Huxley sayısız ameliyat izlemesine rağmen, rahatlama ve zaferin getirdiği, o dayanılmaz duyguyu bir kez daha tattı. Hani o, cerrahın arkasını dönüp, giyinme odasına doğru yönelirken eldivenlerini çıkardığı anda hissedilen duygu...

Huxley, Coburn'ün yanına gittiğinde, o, maskesini ve kepini ilaçlı suya batırmış, elbisesinin ceplerinde sigara arıyordu. Tekrar insana benzemişti. Huxley'e sırıtarak sordu.

"Ee, nasıl buldun?"

"Muhteşem. ilk kez böyle bir şeyi bu kadar yakından izledim. Camın arkasından o kadar iyi göremiyor insan. Düzelecek mi?"

Coburn'ün yüzündeki ifade değişti. "O senin arkadaşın, değil mi? Bir an aklımdan çıkmış. Özür dilerim. İyileşecek, eminim. Genç ve kuvvetli, ameliyata da gayet iyi dayandı. Bir iki gün sonra gelip ziyaret edebilirsin."

"Konuşma merkezinin büyük bir bölümünü aldın, değili mi? İyileşince konuşabilecek mi? Söz yitimi ya da başka bir konuşma bozukluğu çıkma olasılığı yüksek değil mi?"

"Konuşma merkezi mi dedin? Konuşma merkezinin yakınından bile geçmedim ki..."

"Efendim?"

"Sağına sarımsak soluna soğan koy da bir dahaki sefere şaşırma, Phil. Tersinden bakmışsın. Ben, sağ yarımküre üzerinde çalıştım, solda değil."

Huxley şaşakalmıştı, ellerini açtı, önce birine, sonra diğerine baktı ve sonra da yüzü aydınlanıp güldü. "Haklısın. Biliyor musun, sağımı solumu hep şaşırırım. Briç oynarken de hep aynı şey başıma geliyor. Ama bir dakika – sol yarımkürede, konuşma merkezi üzerinde çalıştığına kendimi o kadar inandırmıştım ki, şimdi kafam karıştı. Peki sence, nörofizyolojisi nasıl etkilenecek?"

"Hiçbir biçimde – tabii eğer geçmişteki örnekleri kriter sayarsak. Aldığım parçanın eksikliğini hiç duymayacak. Tabir yerindeyse, terra incognito'da, sahipsiz topraklarda dolanıyordum. Beynin ameliyat ettiğim o bölümünün eğer bir işlevi varsa da, henüz usta fizyologlar bunu kanıtlayabilmiş değil."

LİNK

27 Ekim 2021 Çarşamba

İkiz Yıldız / Robert A. Heinlein

İkiz Yıldız

İkiz Yıldız

İkiz Yıldız’dan…

Sözümü ciddiye almamıştı. "Telefonda anlatamam. Belki bilmiyorsun ama uygun bir aletle koruyucu devre bozulabilir. Bir an önce buraya gel!"

Kendisi zaten istekliydi; bu durumda ben öyle görünmemeye çalışabilirdim. "Yani şimdi sen benim kim olduğumu sanıyorsun, oda hizmetçisi mi?" diye karşı çıktım. "Ya da mızrak taşımaya bile hevesli toy bir delikanlı mı? Ben Lorenzo'yum!" Çenemi yukarı kaldırdım ve gücenmiş bir ifadeyle sordum. "Ne kadar ödeyeceksin?"

"Ah... Hay Allah, sana telefonda anlatamam. Ne kadar alıyorsun?"

"Eee, profesyonel ücretimi mi soruyorsun?"

"Evet, evet!"

"Tek bir gösteri mi? Yoksa bir haftalık mı? Ya da bir sözleşme olabilir mi?"

"Hiç önemli değil. Günlük ne kadar alıyorsun?"

"Bir gecelik en düşük ücretim yüz Emperyal'dir."

Bu doğruydu. Evet, birkaç kez bazı berbat roller oynamak zorunda kalmıştım, ama faturam hiçbir zaman gerçek ücretimin altında olmamıştı, insanın standartları vardır, açlıktan ölse bile.

"Pekâlâ," diye yanıtladı, "buraya geldiğin anda yüz Emperyal nakit olarak avcuna sayılacak. Ama çabuk ol!"

"Yaa?" Birden iki yüz, hatta iki yüz elli Emperyal deseydim bile kabul edeceğini fark ettim. "Fakat henüz işi kabul etmeye karar vermedim."

"Boşver şimdi! Sen buraya geldiğinde konuşuruz. Bizi geri çevirsen bile o yüzlük senin olacak. Eğer kabul edersen de — tamam, bunu maaşının dışında prim olarak alırsın. Şimdi, kabul ediyor ve buraya geliyor musun?"

Başımla selam verdim. "Tabii bayım, sabırlı olun."

Neyse ki Eisenhower, Casa'dan çok uzakta değildi, çünkü tüpyolu kullanmak için bile meteliğim yoktu. Gene de yürüme sanatı kaybolmuş olsa da ben bundan zevk alırdım — böylece düşüncelerimi toplamak için de zamanım oluyordu. Aptal değildim; biri para vermeye bu kadar istekliyse kartları inceleme vaktinin geldiğini biliyordum, çünkü işin içinde genellikle yasadışı ya da tehlikeli hatta her ikisinin birden yer aldığı bir bit yeniği olurdu. Yasallık konusunda gereksiz bir titizliğim yoktu; kanunun çoğunlukla aptalca olduğu konusunda Shakespeare ile aynı fikirdeydim. Ama genellikle şimdiye dek yolun doğru tarafında kalmayı başarmıştım.

Ancak şimdi bilgimin yeterli olmadığını görüyordum, bu yüzden düşüncelerimi kafamdan attım, pelerinimi sağ omzumun üzerinden geçirdim ve uzun adımlar atarak sonbaharın yumuşak havasını ve metropolün çeşit çeşit kokusunu içime çeke çeke yürümeye başladım. Otele geldiğimde ana girişe doğru ilerleyip zemin kattan yirmi birinci kata sıçrayan tüp asansöre binmeye karar verdim, bu sırada buranın, hayranlarımın beni tanıyabilecekleri türden bir yer olmadığı hissine kapıldım. Gezgin arkadaşım beni içeri aldı. "Yeterince geç kaldın," dedi dişlerinin arasından...

LİNK

26 Ekim 2021 Salı

Dünya Batıyor / Robert A. Heinlein

Dünya Batıyor

Dünya Batıyor

Dünya Batıyor’dan…

Odanın bir köşesine eski bir paravana konmuştu. Paravananın arkasında da çatlak bir lavabo vardı. Russel musluğu açtı, fakat su olmadığını görünce sinirlendi. Çevresine bakındı. Her taraf ince toz tabakasıyla kaplıydı. Böylesine pis ve tozlu bir yere nasıl gelebildiğini bir kere daha düşündü. Sonra eski telefona uzandı ve ahizeyi kaldırdı.

— Alo! Kimse yok mu? AIooo! Hay Allah kahretsin.

Telefona cevap veren yoktu. Telefon tellerinin kopmuş olduğunu fark etti. Hırsla telefonu savurdu. Telefonun çarptığı duvarın sıvaları dökülünce odayı toz bulutu kapladı.

— Hay Allah kahretsin!, diye söylendi.

Yine çevresine bakındı. Etrafın tozla kaplı olmasına bir türlü aklı ermiyordu.

Söylendi.

— Bir haftadır sarhoş değilim ya! Olsa olsa iki gün...

Ayağının burnu ile şişelerden birine dokundu. Bütün gayreti ile düşünüyor, hatırlamaya çalışıyordu. Oldukça fazla içtiği boş şişelerden belliydi. Otuz yaşını ve ordudaki on yılını kutlamıştı. Sağlığı yerindeydi. İçkiden ötürü sızmış olduğunu kabul ediyordu, ama sarhoşluğunun bir hafta sürmesini kabul edemiyordu. En çok iki gün sızıp kalabilirdi, çünkü, evvelce de içmiş, sarhoşluğu iki günden fazla sürmemişti.

Görev başında bulunmaması garipti. Yokluğunu muhakkak fark etmişlerdi. Yine başının belâya gireceğini düşününce yüzünü buruşturdu.

Giyinmek için elbisesini aradı, fakat pantolonundan başka bir şey bulamadı. Öfkesi gittikçe artıyordu. Yorganın altına baktı, eğilip karyolanın altına baktığı zaman başı fıldır fıldır döndü. Küfür ederek doğruldu. Buruşuk pantolonunu giydi, boş cüzdanına bir tekme savurdu. Uyurken soyup sovana çevirmişlerdi. Ettiği küfürlerin ardı arkası kesilmiyordu. Öfkesinden eline geçeni parçalayacak duruma gelmişti.

Koridora çıktı ve merdiven başına doğru yürüdü. Çıplak ayakları tozlu kilime her dokunuşunda hayava bir toz bulutu yükseliyordu. Yarı karanlık merdiven başına geldiği zaman odalardan birinin açık kapısını gördü. İstemediği halde odaya bir göz attı. Tam geçmek üzereyken durdu, tekrar baktı.

Kadın çırılçıplak, sırtını kapıya dönmüş yatıyordu...

Etrafta çıt yoktu. Merdivenlere bir göz attı, sonra ani bir kararla odaya daldı. Bu odanın da kendi odasından farkı yoktu. Her yer ince toz tabakasıyla kaplıydı. Üstelik odada leş gibi bir koku vardı. Savaş yıllarından alışık olduğu için koku kendisine yabancı değildi. Bu koku, çürümeye yüz tutmuş cesedin kokusuydu.

Kadının elbisesi etrafa saçılmıştı. Çantasının ağzı açık, bir köşeye atılmıştı. Eski bir valiz bıçakla lime lime doğranmış, içindekiler darmadağın edilmişti.

Gary Russel, bakışlarını odada bir daha dolaştırarak yataktaki çıplak kadına döndü.

Kadın kırkına yakındı. Çirkin veya güzel olduğunu söylemek imkânsızdı. Böylesine pis bir otele gelebilen kadın ancak orospu olabilirdi. Kemikli sırtında yara izleri, çürükler vardı. Küpeleri, kulak memeleri parçalanarak çıkarıldığı için boynuna doğru sızan kan şeritleri görülüyordu. Gary, iğrenç kokuya aldırmadan yatağa yaklaştı. Kadının sırtı dönük olduğu için göğsüne, sapına kadar saplanmış bıçağı daha önce görememişti.

Gary birkaç saniye tereddütle durduktan sonra dışarı fırladı ve merdivenleri ikişer ikişer atlayarak indi. Alt katlar ve zemin kat da üst katlar gibi bomboştu. Müracaat bürosu da toz içindeydi...

LİNK

25 Ekim 2021 Pazartesi

Tarih / Herodotos

Tarih

Tarih

Tarih’ten…

Öbürü baktı ki, kurtuluş yok. “Olur” dedi. Kandaules yatma zamanı geldiğine hükmedince Gyges’i odaya götürdü, hemen arkadan kadın da geldi, içeri girdi, soyundu. Gyges hayran seyrediyordu. Yatağa yatmak için sırtını döndüğü zaman, gizlendiği yerden çıktı ve usulcacık kaçtı. Ama kadın gördü onu çıkarken. Bu işin kocasının başının altından çıktığını sezinlediği için hiç ses etmedi, utancında açılan yaranın farkına varmamış göründü, ama bunu Kandaules’e ödetmeyi koydu aklına. Zira Lydialılarda, hemen bütün barbarlarda olduğu gibi, çıplak görünmek büyük ayıp sayılır, hatta erkekler için bile.

Bir şey belli etmiyor, sesini çıkarmıyordu. Ama sabah olunca en güvendiği adamlarını ayırdı, onlara görevler verdi ve birisini gönderip Gyges’i çağırttı. O da bir şey bildiğini pek sanmadığı için, emre uyup gitti, ilk defa olan bir şey değildi, kraliçe her zaman yanına çağırırdı onu. Karşısına çıkınca kadın ona şunları söyledi: “Senin için iki yol var Gyges, birinden birini seçebilirsin, hangisini istersen onu yap. Ya Kandaules’i öldür, beni de Lydia krallığını da al ya da Kandaules’e hoş görüneyim diye görmemen gereken şeylere bir daha gözlerini kaldırmaman için, hemen şimdi ölmeye hazır ol.

Evet, ikinizden biriniz geberecek, ya seni bu suçu işlemeye zorlamış olan o ya da beni çıplak görmekle edep dışına çıkmış olan sen.” Gyges, önce kulaklarına inanamadı, sonra böyle bir seçime zorlanmaması için yalvardı, ama razı edemedi ve baktı ki durum kötü, ya efendisini öldürecek ya da kendisi başkalarının eliyle ölecek, kendi canını kurtarmayı yeğ buldu. O zaman şöyle dedi: “Mademki istemediğim halde beni efendimi öldürmeye zorluyorsun, öyle olsun. Ama izin ver de bu işi nasıl yapacağım onu da bileyim.” Kadın cevap verdi: “Beni sana çıplak gösterdiği yerden saldırırsın, uyku onu senin elinin altında tutar.”

Karar verildi ve gece olunca (Gyges’i bırakmamıştı, hiçbir çaresi yoktu savuşmanın, ya kendisi canından olacaktı ya da Kandaules), kadının peşine düştü odasına kadar. Kadın eline bir hançer tutuşturdu, gene o kapının arkasına gizlendi ve Kandaules uyuyunca, ses çıkarmadan yanaştı ve vurdu. –Kadın ve krallık Gyges’in oldu.– Aşağı yukarı o zamanlarda yaşamış olan Paroslu Arkhilokhos da onun adını bir üçlüsünde yazmıştır.

Krallık ona geçti ve Delphoi orakli5 de bunu saptadı. Lydialılar arasında Kandaules’in öldürülmesini canavarca bir iş sayanlar oldu, bunlar silaha sarıldılar, sonunda Gyges’ten yana olanlarla bir anlaşma yaptılar, buna göre eğer orakl Lydia krallığını ona verirse, kral o olacak vermezse, krallık Heraklesoğullarına geri verilecekti. Orakl, krallığı ona verdi ve Gyges işte böylece başa geçmiş oldu. Aslında, Pythia’nın cevabı şöyleydi, Heraklesoğulları öçlerini alacaklar ve Gyges’in dördüncü kuşak torununu vuracaklardır6. Lydialılar da, kralları da bu öngörüye, gerçekleşeceği güne kadar kulak asmadılar.

Devlet, böylece Heraklesoğullarının elinden çıkmış, Mermnadlara geçmiş oluyordu. Gyges başa geçince Delphoi’ye sunular yolladı, pek çok armağan: Delphoi’deki gümüşlerden başka, sayısız altın, mücevher ve bu arada adı anılmaya değer olarak altı tane iki kulplu som altın krateros vardır ki, bunları tapınağın içine koydurmuştu. Bugün bunlar Korinthos hazinesi içinde boy gösteriyorlar ve ağırlıkları otuz talantondur. Korinthos hazinesi diyorum, ama aslında bu hazine devletin malı değildir, Eetion oğlu Kypselos’undur. Phrygia kralı Gordias oğlu Midas’tan sonra Delphoi’ye sunular gönderen ilk barbar, bizim bildiğimiz, işte bu Gyges’tir.

Midas da üzerinde oturup alenen adalet dağıttığı krallık tahtını ki, görülmeye değer bir şeydir, sunu olarak vermişti, bu da tam Gyges’in krateroslarının durduğu yerdedir. Gyges’in sunuları olan bütün bu altın ve gümüş parçalara Delphoi’de, sunanın adına uyularak “Gygeantlar” denilir. – Bu Gyges tahta çıktıktan sonra, Miletos ve İzmir üzerine bir ordu gönderdi, hatta Kolophon kentini de aldı. Ama otuz sekiz yıllık saltanatı süresince, hatıralarda yaşayacak başka hiçbir şey olmadı ve biz de artık onu bırakacak ve sözü yeni gelene getireceğiz.

Gyges’in yerine geçen oğlu Ardys için tek şey söyleyeceğim. Priene’yi aldı ve Miletos üzerine asker yolladı. Göçebe Skythlerin yurtlarından kovdukları Kimmerler, Asya’ya geldikleri ve akropol hariç, Sardes kentini aldıkları zaman burada hüküm süren oydu...

LİNK

24 Ekim 2021 Pazar

Cellatlar da Ağlar / Helen Reilly

Cellatlar da Ağlar

Cellatlar da Ağlar

Cellatlar da Ağlar’dan…

Karşılıklı gülüştük. Lollie'yle Wick sadece çok sevişen bir çift değil, aynı zamanda çok iyi anlaşan: birer arkadaştılar da...

Tatlı bir hava içinde bir    kadar devam eden bu toplantımızın sonunda, tekrar görüşme vaatleriyle birbirimizden ayrıldık. New York'ta bir hafta kadar kalıp tekrar köye döneceklerini söylediler.

Ertesi sabah, Arizona'daki kuzenimin çok hastalandığını bildiren bir mektup alınca, hemen New York'tan ayrılmak zorunda kaldım. Lollie'ye bir mektupla durumu bildirdim. Fakat hiçbir karşılık almamam beni biraz şaşırtmadı da diyemem.

Ocak, Şubat ve Mart aylarını oldukça hareketli geçirdim. Nisan ayı ortalarında Lollie'yle Wick'i tekrar gördüm. Tamamen değişik bir hava ve son derece de kötü şartlar içersinde...

Acaba ölüm gelirken insana bir çeşit haber mi gönderir? Kendine çekmeden önce şartlarını hazırlar mı?

Bilemiyorum... Bugün bile düşünmek istemiyorum bunu.

Oldukça yorucu bir kış geçirmiştim. Bitirmem gereken bazı kitaplarım vardı ve tam bir yalnızlık içinde çalışmak istiyordum. Lollie'yle Wick aklıma gelmedi değil, fakat tek başıma kalma isteği onların yanına gitme planlarımı değiştiriverdi.

Kızkardeşim Laura'nın tavsiyesi, korkunç maceramın başlangıç noktası oldu.

Ailemizin doğup büyüdüğü çiftliğe gitmem fikrini ortaya o attı. Babamın ölene kadar elinde tuttuğu Bangall'daki çiftlik bir ara satılmış, fakat bir süre sonra yine geri alınmıştı. Yıllardan beri hiçbirimiz semtine bile uğramamıştık. Laura, çok bakımsız olmasına rağmen, orada tek başıma hayli rahat çalışabileceğimi söylemişti.

«Koskoca arazi ortasında bir ev düşün. Bahçedeki otlar artık insan boyu büyümüştür. Çevrede olsa olsa bir iki ev daha vardır. Seninki çok haraptır ama kolayca onarabilirsin. Seni rahatsız edebilecek tek şey, yanına fazla yaklaşacak bir inek olabilir. O kadar...»

Sadece ineklerle karşılaşmak fikri hoşuma gitmişti. Nasıl olsa inekler beni tedirgin edip konuşturamazlardı.

Nisan ayının üçünde Washington Caddesi'ndeki apartman katımı badanacılara bıraktım, hizmetçime iki aylık izin verdim ve Bangall'a tek başıma hareket ettim.

Laura, yanıma mutlaka birini almam için ısrar ediyordu. Onun bu sözlerine kulak asmadım.. Orada nasıl olsa bir yardımcı bulabileceğimi umuyordum.

Uzun bir yolculuktan sonra, bir akşamüstü Bangall'a vardım. Hemen o gece çiftliğe çıkmak istemedim. Hem geç olmuştu, hem de ışık durumunu bilmiyordum. Yıllardan beri kapalı duran binanın içi de mutlaka çok kötü olmalıydı.

Önce kasabadaki bir otele indim. Yanımdaki odada da bir kadın kalıyordu. Kâğıt kadar ince duvarlardan her şey duyuluyordu. Telefonda durmadan «Sevgilim...» dediği birine birşeyler anlatmaya çalışıyordu. Konuşma bittiği zaman da bardağa dolan bir içkinin sesi duyuluyordu... O kadar...

İlk gece, oldukça geç bir saata kadar oturduktan sonra, sabah erken kalkabilmek üzere hemen yatıp uyudum.

Ertesi gün ancak saat onikide uyanabildim. Çiftüğin yolunu bulabilmek için arabamı kasabanın güneyine doğru sürdüm.

İki defa yanlış yola girdim. Kasabayla çiftlik arasındaki uzaklık iki kilometreyi geçmiyordu ama, yol çok dar ve birbirine benzeyen patikalardan kuruluydu. Sonunda koca çukurlara bata çıka güçlükle asıl yolu bulabildim.

Küçük bir tepeyi geçtikten sonra çiftlik evi göründü. Etraf günlük güneşlikti ve cırcırböceklerinin çıkardıkları sesten başka birşey duyulmuyordu. işte daha şimdiden kafamı dinlemeye başlamıştım.

Dan, son zamanlarda baskısını gittikçe artırmıştı çünkü. Bir an önce evlenmemiz gerektiğini habire tekrarlayıp duruyordu. Oysa bira'z daha kendimi dinlemek istiyordum...

LİNK

23 Ekim 2021 Cumartesi

Sürü / Frank Schatzing

Sürü

Sürü

Sürü’den…

Johanson kadının karşısına, yatağının ucuna oturdu ve bir parça baget ekmeğine tereyağı sürdü. "Olağanüstü."

Lund kendine biraz peynir aldı. "Diğerleri endişelenmem düşünüyorlar. Özellikle de Alban."

"Yani geçen sefer bu kadar çok değiller miydi?"

"Hayır. Demek istediğim benim zevkime göre yeterinden fazlas ben azınlıktaydım."

Johanson ona gülümsedi. "Zevkli kişiler hep az sayıdadırlar"

"Yarın sabah Victor bazı örneklerle birlikte gemiy^ ^^ecek. Onlara bakabilirsin." Peynirini çiğneyerek ayağa kalktı ve lombozdan dışarı baktı. Gökyüzü açılmıştı. Bir ay ışığı demeti sudaydı. Yalpalayan dalgaları liz gerekti. Ası vardı ama ası vardı ama aydınlatıyordu. "Video görüntülerine yüzlerce kez bakıp ne gördüğümüzü anlamaya çalıştım. Alban bir balık olduğuna emin... ki eğer öyleyse ya bir manta vatozu ya da ondan bile büyük bir şeydi.

Ama bir şekli varmış gibi görünmüyordu."

"Belki de yansımaydı," diye önerdi Johanson.

"Mümkün değil —sadece birkaç metre ötede, ışığın hemen kenarındaydı ve bir anda yok oldu, sanki ışığa kadanamı yormuş ya da korkmuş gibi."

"Bir balık sürüsü de böyle seğirtebilir. Yakın yüzen balıklar böyle görü — "

"Sürü değildi Sigur. Tam anlamıyla düzdü. Geniş, iki boyutlu bir şeydi, sanki cam gibi. Devasa bir denizanası gibi."

"Eh işte cevabın o zaman."

"Ama denizanası da değildi."

Bir süre sessizce yediler.

"Jörensen'e yalan söyledin," dedi Johanson aniden. "SVVOP kuracağın yok. -Her ne geliştiriyorsanız işçilere ihtiyacınız olmayacak."

Lund kadehini kaldırıp bir yudum aldı ve dikkatle masaya bıraktı.

"Doğru."

"O zaman neden ona yalan söyledin? Kalbini kırmaktan mı korktun?"

"Belki."

LİNK