17 Kasım 2018 Cumartesi

Yolpalas Cinayeti / Halide Edip Adıvar

Yolpalas Cinayeti

Yolpalas Cinayeti'nden...

O gece eğlenti, sabahın dördüne kadar sürdü. Altı erkekten beşi milyoner yahut öyle tanınmış yeni zengin. Beşi de fraklı, ikisi monokllu, hepsi karınlı ve çifte gerdanlı. Şişli bayanlarının cep köpeği nev’inden “r”leri Fransız gibi söyler, peltek ve jigolo makulesi gençlerden biri yok. Bir tek genç, Sallabaş’ın Paris’te hukuk doktorası yapan yeğeni Rıfkı. Tek fraksız ve bekâr olan erkek de o. Bu tahsil, Sallabaş’a hayli tuzluya oturmuştu. Fakat neticesinden hiç memnun değildi. Gelir gelmez “kapitalist” derken gözü dönüyor, kendinin “komünist” olduğunu söylüyordu. Bunu yola getirebilecek bir tek çare, Yolpalas muhitinin sıcak ve zevkli muhiti. Karı koca onu Yolpalas’ta yaşatmaya karar verdiler. Rıfkı tecrübe kabilinden bir ay için gelmeyi kabul etti. Sacide onun sivri fikirlerini bir haftada tashih etmeyi kocasına vaat etti.
Kadınların bir teki erkeksiz, Bayan Güngördü. Otuzu geçkin, lisan aşina bir sosyete kızı.
Elektrik, tavanın kenarındaki kapalı pervazlardan gizli ışık veriyor. Sofrada örtü filân yok. Son moda parlak, mücella satıh üstünde billur bardaklar, gümüşler parıl parıl yanıyor. Kırmızı güller arasında şamdanlar. Etienette Sacide’ye Misis Simpson’un bile bundan daha kibar bir ziyafet veremeyeceğini temin etti.
Sacide sırtı kuyruksokumuna kadar açık, önü çenesinin altına kadar kapalı, siyah, ipek kadife, eteği uzunca bir akşam tuvaleti giyiyordu. Tam kuyruksokumunun üstünde firuze renginde taftadan muazzam bir fiyonk vardı. İki çıplak kolunda, kendi rivayetine göre, Tutankhamon mezarlarında bulunmuş, Sallabaş tarafından bilmem kaç bin liraya alınmış, birer bilezik sarılı. İki uzun yılan, vücutları altından, güya asırlarca toprakta kalmaktan kararmış. Alacaları yeşil, mavi, firuze ve kırmızı lâl ile mercan kakması başları kadının pazılarını ısırır gibi, kuyrukları ince bileklerine sarılı. Saçları küçük başına geçen bir kasket gibi yapıştırılmış, dar alnında ince bir kâkül, siyah gözleri sürmeleri içinde bir kat daha büyümüş. Teni daha mübalâğa ile esmerlettirilmiş, dudakları ve tırnakları turuncu.
Bu kâkül ve kuyruk kadınlara: “Karı ne yapacağını şaşırdı, kendini maymun yavrusuna benzetti,” dedirtti. Erkekler, “Muhteşem bir cennet kuşuna” veyahut “Tutankhamon mezarlarından kalkmış eski bir Mısır melikesine” benzettiler. Filhakika, Sacide’de o akşam, birincisinin sevim[liliğ]i ve tuhaflığı, ikincisinin esrarı vardı.
Bayan Güngördü:
— Tutankhamon mezarlarından çıkan bir bileziği takmak talihine meydan okumaktır, Sacideciğim.
Bayan Sungur (Alman mektebi mezunu bir genç kadın):
— Burada hazır bulunan baylardan biri yarın sabah Sacide’yi kalbinden vuracak...
Bu orijinal lâfı söylerken gözlerini Sacide’den alamayan monokllu kocasına baktı.


13 Kasım 2018 Salı

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız / Stieg Larsson

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız'dan...
Mikael Blomkvist adını duyduğunda Ekström ürperdi.
"Zala, Rus istihbarat servisinin acımasız katillerinden biri, 70'li yıllarda İsveç'e sığınmış," diye devam etti Bublanski. "Salander'in babası. SÄPO içindeki bir grup onu kanatlarının altına alarak, İsveç'te işlediği bütün suçlarını örtbas etmişler. Zalachenko'yu deşifre edeceğinden korktuğu için SÄPO'nun bir adamı, on üç yaşındaki Lisbeth Salander'i çocuk psikiyatrisi kliniğine kapatmış."
"Bunun sindirilmesi zor bir şey olduğunun farkındasındır umarım. Bu öykü bizim boyumuzu aşar. Eğer anlattıklarını doğru anladıysam Zalachenko hakkındaki bilgiler devlet sırrı kapsamına giriyor."
"Bu gerçeği değiştirmez. Elimde belgeler var."
"Bakabilir miyim?"
Bublanski 1991 yılında polisin yaptığı araştırma dosyasını Ekström'ün önüne itti. Ekström dosyanın üzerindeki gizlilik damgasına dikkatle baktı, kayıt numarası istihbarat teşkilatına ait olduğunu gösteriyordu. Yaklaşık yüz sayfalık dosyayı şöyle bir karıştırdı, rastgele birkaç sayfasını okuduktan sonra bir kenara koydu.
"Durum üzerindeki kontrolü kaybetmemek için bu konuyu biraz yumuşatmalıyız. Lisbeth Salander babasını... Zalachenko'yu öldürmeye teşebbüs ettiği için deliler evine kapatılmış. Ve şimdi de babasının başına bir balta geçirmiş. Yani bir kez daha öldürmeye teşebbüs etmiş diyebiliriz. Ve Magge Lundin'i vurduğu için tutuklanması gerekir."
"İstediğini tutuklattırabilirsin ama senin yerinde olsam biraz ihtiyatlı davranırdım."
"Eğer şu SÄPO işi basına sızarsa görülmemiş bir skandala yol açar."
Bublanski omuzlarını silkti. Onun görevi suç araştırmasıydı, skandal temizliği değil.
"Şu SÄPO'cu hergele, adı neydi... Gunnar Björck. Onun bu işteki rolü ne?"
"Baş aktörlerden biri. Disk kayması nedeniyle rapor almış, Smådalarö'de yaşıyor."
"İyi... Şimdilik SÄPO konusunda susuyoruz. Asıl işimiz polis cinayetini çözmek, başka bir şey değil. Kargaşa yaratmak bizim işimiz değil."
"Bu konuyu örtbas etmek o kadar kolay değil."
"Ne demek istiyorsun?"
"Björck'ü sorgu için getirsin diye Curt Svensson'u görevlendirdim," diyen Bublanski saatine baktı. "Sanırım şimdi onun yanındadır."
"Ne?"
"Aslında bu şerefe nail olmak için Smådalarö'ye ben gitmek istiyordum ama araya şu polis cinayeti girdi."
"Björck'ü gözaltına almanız için izin vermedim."
"Doğru. Ama gözaltına alınmıyor. Yalnızca ifadesi alınacak."
"Bu hiç hoşuma gitmedi."
Bublanski masaya eğildi, sanki bir sır verir gibiydi.
"Richard... Durum şu. Lisbeth Salander çocukluğundan beri, adaletin bir dizi haksızlığına maruz kalmış. Bunun böyle devam etmesine izin veremem. Canın istiyorsa beni bu görevden alabilirsin... Eğer alırsan bu konuda acımasız bir rapor yazacağımı da bilmelisin."
Richard Ekström'ün yüzü sanki ağzına ekşi bir şey atmış gibi buruştu.
İstihbarat Teşkilatı Yabancılar Şubesi Şef Yardımcısı Gunnar Björck, Smådalarö'deki yazlık evinin kapısını açtığında, karşısında yapılı, sarışın, asker tıraşlı, siyah deri ceketli bir adam duruyordu.
"Gunnar Björck'le görüşecektim."
indir

12 Kasım 2018 Pazartesi

Ateşle Oynayan Kız / Stieg Larsson

Ateşle Oynayan Kız

Ateşle Oynayan Kız

Ateşle Oynayan Kız'dan...
Mikael Blomkvist, Svensson'un kitap taslağındaki bir sayfanın kenarına kırmızı kalemle bir ünlem işareti koyarak, daire içine aldı ve iddialar için kaynak belirtilmesi gerektiği notunu düştü.
Paskalya arifesindeki çarşamba akşamıydı. Millennium neredeyse bir hafta sürecek paskalya tatiline giriyordu. Monika Nilsson ülke dışındaydı. Lottie Karim kocasıyla tatile, dağa gitmişti. Henry Cortez telefonlara bakmak için birkaç saat beklemiş ama arayan olmadığından Mikael onu da evine göndermişti. Üstelik kendisi bir süre daha yazı işlerinde kalacaktı. Cortez ağzı kulaklarında yeni kız arkadaşına gitmişti.
Svensson henüz ortalarda yoktu. Blomkvist yalnız başına oturmuş, kitap taslağıyla boğuşuyordu. Kitap on iki bölüm ve iki yüz doksan sayfa olacaktı. Svensson on iki bölümün dokuzunu tamamlayıp teslim etmişti. Blomkvist her kelimenin üzerinde duruyor, çeşitli notlar yazıp daha açık ifade etmesi için bazı sayfaları geri gönderiyor ya da nasıl formüle etmesi gerektiğine dair önerilerini yazıyordu.
Mikael'e göre Svensson iyi bir yazardı, düzeltmeleri çoğunlukla kenarlara düşülmüş küçük notlardan ibaretti. Onu haşlayacak bir şeyler bulabilmek için epeyce çaba sarf etmesi gerekiyordu. Taslak Mikael'in çalışma masasının üzerine yığılmaya başladığı haftalarda, yalnızca, bir paragraf üzerinde anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Blomkvist bir paragrafın tamamen çıkarılmasını istemiş, Svensson'sa dişini tırnağına takıp mücadele ederek, bunu engellemişti.
Kısacası, Millennium çok yakında bomba gibi bir kitabı daha baskıya gönderecekti. Bu kitabın da, gazete manşetlerini süsleyeceğinden hiçbir kuşkusu yoktu Mikael'in. Svensson seks pazarının müşterilerini gözlerinin yaşlarına bakmadan öyle bir afişe ediyor, bütün öyküyü öyle güzel toparlıyordu ki, sistemin nasıl çürüdüğünü hiç kimse görmezden gelemeyecekti. Bu kısımlar hem yazar hem de düşünür olarak Svensson'un ne kadar yetenekli olduğunu gösteriyordu. Kitabın iskeleti araştırmalardı. Svensson araştırmalarıyla, artık nesli tükenmeye başlayan, araştırmacı gazeteciliğin birinci sırasına oturtulmayı hak ediyordu.
Onunla birlikte çalışmaya başladığı aylar içinde Blomkvist, Dag Svensson hakkında çok şey öğrenmişti. İpin ucunu bırakmayan titiz bir gazeteciydi. Toplumsal konularla ilgili araştırma yapan birçok gazetecinin tersine, ağdalı bir dil kullanıp caka satmaya kalkmıyordu. Kitabı bir şeyleri deşifre etmekten çok bir savaş deklarasyonu gibiydi. Mikael gülümsedi. Kendisinden on beş yaş daha genç olan Svensson ona gençliğini hatırlatmıştı. Bir zamanlar kendisi de beş para etmez ekonomi muhabirlerine karşı aynı coşkuyla savaş açmış ve bu tavrını skandallar yaratan bir kitapla taçlandırmıştı. Bu nedenle bir kısım yazı işleri müdürleri ondan hâlâ nefret ederlerdi.
Svensson'un kitabıyla ilgili en büyük sorun, ele aldığı konuların hassaslığıydı. Böyle bir kitap su götürmez olmalıydı. Onun yaptığı gibi meydan okuyan bir muhabir, ya kitabının arkasında yüzde yüz durabilmeli ya da hiç yayımlatmamalıydı. Svensson iddialarının ancak yüzde doksan sekizinin ardında durabilirdi. Çalışmada hâlâ zayıf kalan bir iki kısım vardı, iki iddia yeterince belgelenememişti.
Saat altı otuza geliyordu. Mikael masasının çekmecesini açtı ve bir sigara çıkardı. Berger ofiste sigara içilmesini tamamen yasaklamıştı. Ama şimdi yalnızdı, bir hafta boyunca da büroya hiç kimse uğramazdı. Kâğıtları toplayıp gözden geçirmesi için Erika Berger'in masasına koymadan önce, kırk dakika daha çalıştı. Dag Svensson kalan üç bölümün son halini ertesi sabah göndermeye söz vermişti. Böylece Blomkvist hafta sonu bu kısımların üzerinden geçebilecekti. Paskalya tatili sonrası salı günü, Dag, Erika, Mikael ve yazı işleri sekreteri Malin Eriksson bir araya gelip kitabın son halini ve Millennium makalelerini gözden geçireceklerdi. Geriye bir tek mizanpaj işi kalıyordu, o da sadece Malm'in başağrısıydı. Sonra da kitap baskı için matbaaya gönderilecekti...
indir

11 Kasım 2018 Pazar

Ejderha Dövmeli Kız / Stieg Larsson

Ejderha Dövmeli Kız

Ejderha Dövmeli Kız

Ejderha Dövmeli Kız'dan...
Blomkvist, lakabını duyduğunda her zaman yaptığı gibi aldırmaz görünmek için kendini zorladı. Bu lakabı gazeteciler ona yirmi yıl önce takmışlardı. O zamanlar yirmi üç yaşındaydı. Bir gazetede geçici bir iş bulmuş ve daha işe başlar başlamaz, iki yıl boyunca dikkat çekici beş büyük soyguna imza atmış bir çeteyi, şans eseri açığa çıkartmıştı. Beş soygunun beşini de bu çetenin yaptığına dair hiçbir şüphe yoktu; soygun için küçük yerleşim yerlerini seçen çete üyeleri, bir seferinde aynı anda iki bankayı birden soymuşlardı. Yüzlerine Disney maskeleri taktıkları için polis, güç anlaşılır bir polis mantığıyla bu çeteye Kaile-Anka çetesi adını vermişti.
Ama basın onlara Ayı Çetesi diyordu. İki soygun sırasında çevredeki insanların can güvenliğini hiçe sayarak sağa sola ateş etmeleri ve tesadüfen bankanın önünden geçenleri ya da meraklıları tehdit etmeleri göz önüne alınırsa, bu daha isabetli bir isimdi.
Altıncı soygun, yaz ortasında Östergötland'daki bir bankada yapılmıştı.
Soygun esnasında tesadüfen bankada bulunan yerel radyonun muhabirlerinden biri, soyguncular bankayı terk eder etmez, meslek aşkıyla telefona sarılarak canlı yayınına bağlanmıştı.
O günlerde Mikael Blomkvist, Katrinaholm yakınlarında bir yazlıkta kalıyordu. Kız arkadaşının ailesine ait olan bu yazlığa birkaç gün geçirmek için gelmişti. Soygunlarla gördüğü insanlar arasında nasıl olup da bağlantı kurabildiğini polislere açıklayamayacaktı ama radyoda haberleri dinlerken yüz metre ilerideki bir yazlıkta kalan dört genç dikkatini çekmişti. Bu gençleri, birkaç gün önce kız arkadaşıyla dondurmacı dükkanına giderken de görmüştü, çayırda badminton oynuyorlardı.
Üzerlerinde yalnızca şort vardı, gelişmiş kas yapılarına bakılırsa vücut geliştiriyor olmalıydılar. Bu dört gençte dikkat çeken bir şey vardı; belki de bunun nedeni yakıcı güneşin altında, zaman öldürür gibi değil de vahşi bir iştahla oynamalarıydı.
Banka soyguncusu olduklarından şüphelenmek için hiçbir neden yoktu.
Ama yine de Mikael, gençlerin kaldığı kulübeyi gören bir tepeye çıkıp oturmuş ve kulübeyi gözetlemeye başlamıştı. Kulübe boş gibiydi. Yaklaşık kırk dakika sonra gençlerin Volvo'su avluya girip park etmişti. Arabadan çıkan gençlerin aceleleri var gibiydi, el erindeki spor çantalarına bakılırsa plajdan dönüyor olmalıydılar. Ama kulübeye giren gençlerden biri arabaya geri dönmüş ve bir şey alarak üzerini hemen spor bir ceketle örtmüştü.
Mesafe çok uzak olmasına rağmen Mikael bunun, bir yıllık askerlik boyunca neredeyse evli olduğu bir AK 4 olduğunu anlamakta zorlanmamış, hemen polisi arayıp gördüklerini anlatmıştı. Gençlerin yazlığının etrafında, basının yoğun bir ilgiyle izlediği, üç günlük bir polis kuşatması başlamıştı. Tabi Mikael Blomkvist, olayın mimarı olarak ilk sırayı almanın yanı sıra, çalıştığı akşam gazetesinden, bu hizmetinden dolayı yüklü bir para da alacaktı...
indir

10 Kasım 2018 Cumartesi

Vurun Kahpeye / Halide Edip Adıvar

Vurun Kahpeye

Vurun Kahpeye'den...

Bu kasaba çok güzel bir kasaba idi, tozu bile altın bir bulut gibi; şu asma, şu karşıki kırmızı damların üstünde uzanan baca gölgeleri, altın ay, her şey çok güzeldi. Dünya, bütün memleketin sefaletine, esaretine, bedbahtlığına rağmen, çok güzeldi. Bu, şimdiye kadar sükûnları kudretle çarpan Tosun Bey’in kalbinde tatlılığı bir ıstırap, bir acı olan çarpıntılar bırakmıştı. Ne olduğunu bilmiyordu. Hep Ömer Efendi’den kasaba hakkında malûmat alıyor, kasabanın eşrafı, bu havalideki Kuvayı Milliye’yi iaşe için ne verebileceğini tahkik etmekle meşgul görünüyordu. Fakat başında ve yüreğinde o altın bulut içindeki genç yüzün hüviyetini mütemadiyen burgu gibi soran âmir bir sual vardı.
Fakat o hayatını hep maksat için yaşamış demir iradeli, çok nezih hayatlı, hemen hemen hiç kadına temas etmemiş bir Türk genciydi. Kendi çetesinde en korkunç itidalle imha ettiği adamlar, geçtiği yerlerde kadınlara bakanlardı. Memleketin namusu onlara emanet edilmişti. Memleket onları besleyecek, elbet besleyecekti. Fakat onlar da onun namusunu kendi kanlarıyla kefalete almışlardı. İşte bütün bunlar onu genç muallime hakkında tecessüs göstermekten men ediyordu. Yalnız bu tatlı işkence ve mütemadi yeni çarpıntıyı azıcık tahfif eden bir fikir bulmuştu. Her zaman yaptığı gibi ertesi gün kasabanın mekteplerini gezecekti ve belki...
Aliye, o günün heyecan ve tehlikesinden çok üzülmüş ve biraz hastalanmıştı. Karşıki küçük odaya Gülsüm halanın serdiği şilteye fena bir baş ağrısıyla uzanmıştı. Onda da mektepte Tosun Bey’e çarpıntı veren altın bulut hülyasının başka bir cephesi, siyah başlıklı güzel ve kumral kumandanın erkek yüzü vardı. Fakat o ince İstanbul çocuğu, bu çarpıntıyı Tosun Bey’den daha vazıh görüyor ve bu mücadele günlerinde, bu mücadele kahramanlarının kalpleri yalnız memleket için çarpması lazım geleceğini düşünüyor ve bu tehlikeli misafire hiç görünmemeye karar veriyordu. Halbuki beraber otursalar, konuşsalar Aliye ona ne kadar kuvvet verecek, fikrini yeni vadilere dökecek, memlekete faydalı şeyler öğretecekti. O, bu düşünceyi hep şeytanın kendisini kandırıp onun yanına çıkarmak için icat ettiği bir düşünce sanıyordu. O, kapı aralığından erkeklere görünen her yakışıklı, namdar adam arkasından koşan bir kız değildi. Hayır, o, isimsiz hayatı bir kahramanlık menkîbesi olan bir Türk zabitinin kızıydı. Hayır, kendine hükmedecek ve bu genç kumandanın yanına çıkmayacaktı.
Karşılıklı iki odada iki genç kalbin ivicâclı ıstırap ve saadet titremelerine, tatlı işkencelerine sabaha kadar altın ay, mavi gökten baktı ve güldü.
Sofada sabahleyin Tosun Bey’in gür sesi Ömer Efendi’ye:
— Sizin çocuk da mektebe gidiyor değil mi, dedi.
Tosun Bey’in zihninde Ömer Efendi ile Gülsüm halanın çocukları toparlak al yanaklı, yanık yüzlü, tıknaz, siyah örgülü bir küçük kızdı. Akşam Gülsüm hala kitapları toplamış, sofrada Ömer Efendi:
— Emine’nin çorbasını verdin mi, demişti. O zaman kızlarının biraz hasta olduğunu da ilave etmişti.
Ömer Efendi gülerek, bütün yüzü çocuk gibi açılarak:
— Hiç gitme mi Tosun Bey, demişti. Sonra daha alçak ve daha karanlık 


8 Kasım 2018 Perşembe

Mısır’ın Ölüler Kitabı / Albert Champdor

Mısır'ın Ölüler Kitabı

Mısır'ın Ölüler Kitabı'ndan...

Ölüler Kitabı sayesinde, ölüler, daha doğrusu dubleleri, doğumlarında onlarla beraber olmuş bulunan, ölümden sonra onları terk eden ka’larının ellerinde, kötü ruhların hilelerini bozacak sihirli formüller vardı. Bu papirüs sayesinde ikinci İsimlerini ebedi adlarını hiçbir zaman unutmayacaklardır. Bu sihirli ada sahip olmaksızın kimse öbür dünyada yaşayamayacak, onsuz, hiçbir tanrı onları temize çıkmışlar arasında saymayacaktır. Ölüler Kitabı sayesinde Eléphntine'in kasırgalar tanrıçasının dört testisinin İsimlerini saymak, Vadî Engereğinin nefesini fark etmek, ufukta bir skarabe şekliyle canlanmadan evvel güneşin yer altı dünyasında her gece aldığı otuz yedi şekli tanımak kolaydı.
O güneş ki, doğuşunda uçsuz bucaksız Teb şehrinin altın yap- rakçıklarla kaplı piramitçikler (piramidión) üstündeki yüzlerce dikilitaşı ve yeryüzüne hayat dağıtan ve onu ebedi kılan Hâ’yı yüceltmek için inşa edilmiş mabetlerin dev kapılarını aydınlatıyordu... Ölüler de diriler kadar, karanlıklan açan, her günün ışığında Nil’e şarkı söyleten koç başlı güneşi yüceltmeyi bilmelidirler. Güneş kayığı, Sokharis’in krallığında, önlerinden geçerken ölüler ilkel (élémentaire) tanrılarla beraber, evrenin İlk kaostan çıktığından beri, her gün batışının eşiğinde yenilenen Amon-Râ’nın harika serüveni ile mutlanırlar.
Yeraltı nehrinin kıyılarındaki mevcûdiyetleri ile, Batı Bölgesinde her gece Amon- Râ’nın kutladığı esrarlı fiile hep birlikte katılırlar... Evet, san’- atkâr tarafından yazılmış duaların gücü ve değeri ile, bundan böyle bedenlerini taşlaşmaktan koruyan sihirli sözcüklerin koruması altındadırlar ve «ka» ları doğru olan tanrılar önünde, olumsuz İtirafların kefaret dualarını* tekrarlayabilecek, «kapı açıcı» sözleri söyleyebilecek; iç organlarını deşmek için karınlarına bastıran eli bıçaklı veya Shesmou’nun yaptığı gibi «sözcüklerin sihir gücünü yiyen» veya mumyaların burnuna kokmuş bir nefes gibi giren sinsi tanrılardan kurtulabilecektir.
Evet, Ölüler Kitabının derin anlamlı sözlerini iyi bilirlerse Gökyüzünün Büyüklerine meydan okumaya cesaret eden tanrılardan korkmayacaklardır. Ve özellikle CXXV. Bab sayesinde Tanrısal Mahkemenin Gerçek ve Adalet Efendilerinin önüne, Yedi Işık Saçan’ın, Yedi Ruh’un, Büyük Hakim Osiris’in, Horus’un dört

6 Kasım 2018 Salı

Einstein’ın Düşleri / Alan Lightman

Einstein'ın Düşleri

Einstein'ın Düşleri'nden...

Akşam. Biri İngiliz, diğeri İsviçreli iki çift St. Moritz’deki San Murezzan Oteli’nin lokantasında, her zamanki masalarındalar. Her yıl burada buluşuyor, Haziran ayını kaplıcalarda birlikte geçirip tatil yapıyorlar. Erkekler siyah boyunbağları ve kuşaklarıyla pek yakışıklı, kadınlar gece elbiseleri içinde pek güzeller. Garson has işçilik ürünü ahşap zeminde zarif adımlarla geliyor, siparişlerini alıyor.
“Hava yarın açacak galiba,” diyor saçı ipek sırmalı kadın. “Nihayet.” Diğerleri kafa sallayarak onaylıyor. “Hava güneşliyken kaplıca daha zevkli… Fark etmemeli gerçi.”
“Tez Ayak, Dublin’de bire dört veriyor,” diyor amiral. “Param olsa oynardım.” Karısına göz kırpıyor.
“Oynayacaksanız birinize beş koyarım,” diyor diğer adam.
Kadınlar ekmeklerini bölüyor, tereyağı sürüyor ve bıçakları özenle tereyağı tabaklarının yanına yerleştiriyorlar. Erkeklerin bakışları girişe dönüyor.
Saçı ipek sırmalı kadın, “Peçetelerin dantelleri hoşuma gidiyor,” diyor. Peçetesini alıyor, açıyor, tekrar katlıyor.
“Her sene söylersin bunu, Josephine,” diyor diğer kadın; gülümsüyor.
Akşam yemeği geliyor: şarapta ıstakoz, kuşkonmaz, biftek ve beyaz şarap…
Saçı ipek sırmalı kadın, eşine bakarak, “Nasıl pişmiş seninki?” diyor.
“Gayet iyi. Seninki?”
“Baharatlı biraz. Geçen haftaki gibi.”
“Ya sizin biftek nasıl, amiral?”
“Bifteğe hayatta hayır demem,” diyor amiral zevkle.
“Yeseniz de belli etmiyorsunuz,” diyor diğer adam. “Geçen yıldan hatta on yıldan bu yana tek kilo almadınız.”
“Siz fark etmiyorsunuz belki ama o fark ediyor,” diyor amiral, karısına göz kırpıyor.
“Belki yanılıyorumdur ama bu sene odalarda biraz cereyan varmış gibi geliyor bana,” diyor amiralin eşi. Diğerleri kafa sallayarak onaylıyor, ıstakoz ve bifteklerine devam ediyorlar. “Her zaman serin odalarda uyumayı sevmişimdir ama bu sefer cereyan vardı ve öksürükle uyandım.”
“Yorganı kafanıza çekin,” diyor öteki kadın.
Amiralin karısı evet diyor ama pek anlamış gibi bakmıyor.
“Yorganın altına sokun kafanızı,” diye tekrarlıyor diğer kadın, “cereyandan rahatsızlık duymazsınız o zaman. Gridenwald’da aynısı hep olur bana. Pencere yatağımın hemen yanında; yorganı burnuma dek 


5 Kasım 2018 Pazartesi

Bay Tanrı / Alan Lightman

Bay Tanrı

Bay Tanrı'dan...

Derin düşüncelere daldım. Düşündüm. Düşünüyorum. Düşüneceğim.
Kafamı diğer düşüncelerden tümüyle arındırmama rağmen, uçuşup duran yeni evrenlerin farkındaydım. Zonklayan küreleri, aralarındaki hacim ve alanları hissediyordum. Daha önemlisi, şimdi Boşluğa yayılmış uzayın potansiyelini hissedebiliyordum. Derin düşünce halimdeyken, artık zamandan ve şekilden yoksun bir Boşlukta değil, uzay ve zamanla mozaikleşmiş bir Boşlukta sürükleniyordum. Boşluk, ihtimallerle parıldıyor; her minnacık hacim sonunda yaratabileceğim mümkün her şeyin bulutsu bir biçimiyle titreşiyordu. Bir basınç, bir ağırlık, alçak bir mırıltı söz konusuydu. Boşluğun yanı sıra kendimi de değiştirmiştim. Varlığımın içinde, her bilinç seviyesi binlerce bilinç seviyesiyle çarpılarak çoğalmışçasına, her mümkün eylem binlerce başka mümkün eyleme çatallanmışçasına muazzam bir açılım vuku bulmuştu. Yeni kuantum gerçekliğiyle birlikte, her varoluş noktasında mevcut, her biri sonsuz bir ihtimaller zincirine çıkan, kendi sonuçlarına haiz inanılmaz sayıdaki mümkün karar ve ihtimali coşkuyla fark ediyordum. Bundan böyle, bir şey yaratmaya karar verdiğimde sadece o şeyi yaratmakla kalmayacak, o şeyin akla gelebilecek tüm çeşitlemelerini, kendi ihtimalleriyle birlikte yaratmam gerekecekti. Varoluş artık çokluktu, çeşitlilikti. Bu yeni duygu ve gerçekler nahoş değillerdi ama belli seviyede bir uyum sağlama ve hesaba katma gerektiriyorlardı.
Derin düşüncelerimden nihayet sıyrılıp kendime geldiğimde, yanı başımda dikilen bir yabancı buldum. Hemen arkasındaysa, tombalak, tıknaz ve sırıtışı yüzünde donakalmış görünen bir başka yaratık vardı. Varoluşun uçsuz bucaksızlığında ben, Penelope Teyzem ve Deva Eniştem’den öte hiç kimse olmamıştı daha önce. Konuşacak başka bir varlık bulmak hoşuma gitmişti ama yaratmadığım şeylerle tanışmaya alışık değildim.
“İyi günler,” dedi yabancı. “Bu deyişi kullanmamı mazur görürseniz... Gelecekteki yaratımlarla birlikte ortaya çıkacak çünkü.”
“Sizi davet etmemiştim buraya,” dedim.
Yabancı, yorumumu anladığını ama özür dilemediğini belirten bir tavırla kafa salladı. Uzun boylu ve zayıftı; duruşunda hem rahatlık hem resmiyet vardı. “Pek şeker bir varoluşunuz var burada,” dedi. “Yakın zamanda gezdim bu diyarları; şahane bir huzur sunuyorlar. Herhalde burada mümkün mertebe uzun, hatta belki ebediyen kalmak istiyorsunuzdur.” Sesi zihnime teyzemle enişteminkiler gibi değil, Boşluktan gelen bir meltem gibi işledi. Boşlukta çağlardan, çok uzun çağlardan bu yana hiç esinti yoktu oysa.
“Size gıpta ettiğimden değil,” dedi yabancı. “Ama müthiş rahat şartlarınız var doğrusu.”
“Fazla rahat,” dedi arkada sırıtan yaratık.


4 Kasım 2018 Pazar

Sinekli Bakkal / Halide Edip Adıvar

Sinekli Bakkal

Sinekli Bakkal'dan...

Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır: Sinekli Bakkal.
Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar; karşıdan karşıya birbirinin üstüne abanır gibi uzanmış eski zaman saçakları. Ortada baştan başa uzanan bir aralık kalmış olmasa, sokak üstü kemerli karanlık bir geçit olacak. Doğuda batıda, bu aralık, renkten renge giren bir ışık yolu olur. Fakat sokağın yanları her zaman serin ve loştur.
Köşenin başında durup bakarsanız: Her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıkları. Saksılarda al, beyaz, mor sardunya, küpe çiçeği, karanfil. Gaz sandıklarında öbek öbek yeşil fesleğen. Ta köşede bir mor salkım çardağı, altında civarın en işlek çeşmesi. Bütün bunların arkasında tiyatro dekorunu andıran beyaz, uzun, ince minare.
Sürülü kafeslerin arkasında kocakarı başları dizili. Arada dikişlerini bırakır, pencereden bağıra bağıra dedikodu yaparlar. Sokakta, ayağı takunyalı, başı yazma örtülü, eli bakraçlı kadınlar çeşmeye gider gelirler. Saçları iki örgülü kız çocukları kapı eşiklerinde sakız çiğner; çakşırı yırtık, yalınayak, başı kabak oğlanlar kırık taşlar arasındaki su birikintileri etrafında çömelmiş kâğıttan gemi yüzdürürler.
Burası dünyanın herhangi yerindeki bir fukara mahallesinden çok farklı değildir. Bir geçitten ziyade toplantı yeri: Mahalleli orada muhabbet eder, konuşur, kavga eder, eğlenir. Hayatın orada geçmeyecek bir safhası yok gibidir. İhtiyarlar, vaktiyle çeşme başında doğuran kadın bile olduğunu gülerek rivayet ederler.
Eğer bir yabancı durur, su dolduran kadınlarla ahbaplık ederse bir kınalı parmak ona mutlak iki yer gösterir. Biri Mustafa Efendi’nin “İstanbul Bakkaliyesi”, öteki, arka pencereleri çeşmenin üstüne açılan İmam’ın evi. Birincisi sokağın ortasındaki evlerden birinin altına kara bir kovuk gibi gömülen dükkân, öteki sokağın biricik üç katlı binası. Gerçi kapısı öteki sokağa açılır, fakat küçük Sinekli Bakkal onu benimsemek ister. Çünkü zengin fakir bütün civar halkı, ölüm, doğum, nikâh gibi hayatî meselelerde o eve gelmek mecburiyetindedir.
Mustafa Efendi herhangi meddahın tarif ettiği hasis, tiryaki bir mahalle bakkalı. İmam? Şöyle bir bakılsa herhangi bir mahalle imamına benzer, fakat hakikatte o kendinden başka kimseye benzemez.
Kirpi kılları gibi ayakta duran iki kalın kaş, içeriye çökmüş, kömür gibi siyah, kor gibi yakıcı, burgu gibi keskin iki ufak göz. Burun uzun ve tilkivârî. Kara sakal hayli kırlaşmış. Boyu kısa, vücudu cılızdır. Fakat beyaz sarığın kallâviliği, geniş yenli lâtanın içinde ağır ağır sallana sallana yürüyüşü ona husûsî bir heybet verir.
İriyarı erkeklerin bile gıpta edeceği gür, kalın bir sesi vardır. Vaaz eder gibi şedit bir talâkatla konuşur, gündelik lâkırdıları bile Kuran okur gibi tecvitle söyler, her elif onun ağzından “dallîn”deki elif miktarı çekilir.
Defin ilmühaberi, nikâh izinnamesi almak için çekişe çekişe onunla pazarlık edenler ona pinti imam, hasis imam der geçerler. Fakat küçük mescitte vaaza devam edenler, huzurunda biraz korku, biraz da rahatsızlık hissederler.
Eğer Sinekli Bakkal İmamı İkinci Abdülhamid’in tedhiş devrinde gelmeyip de on dördüncü asırda gelseydi, gözlerinin ateşi, akidesinin korkunçluğu, bilhassa üslubunun kudretiyle sürüleri başına toplayıp herhangi