10 Kasım 2018 Cumartesi

Vurun Kahpeye / Halide Edip Adıvar

Vurun Kahpeye

Vurun Kahpeye'den...

Bu kasaba çok güzel bir kasaba idi, tozu bile altın bir bulut gibi; şu asma, şu karşıki kırmızı damların üstünde uzanan baca gölgeleri, altın ay, her şey çok güzeldi. Dünya, bütün memleketin sefaletine, esaretine, bedbahtlığına rağmen, çok güzeldi. Bu, şimdiye kadar sükûnları kudretle çarpan Tosun Bey’in kalbinde tatlılığı bir ıstırap, bir acı olan çarpıntılar bırakmıştı. Ne olduğunu bilmiyordu. Hep Ömer Efendi’den kasaba hakkında malûmat alıyor, kasabanın eşrafı, bu havalideki Kuvayı Milliye’yi iaşe için ne verebileceğini tahkik etmekle meşgul görünüyordu. Fakat başında ve yüreğinde o altın bulut içindeki genç yüzün hüviyetini mütemadiyen burgu gibi soran âmir bir sual vardı.
Fakat o hayatını hep maksat için yaşamış demir iradeli, çok nezih hayatlı, hemen hemen hiç kadına temas etmemiş bir Türk genciydi. Kendi çetesinde en korkunç itidalle imha ettiği adamlar, geçtiği yerlerde kadınlara bakanlardı. Memleketin namusu onlara emanet edilmişti. Memleket onları besleyecek, elbet besleyecekti. Fakat onlar da onun namusunu kendi kanlarıyla kefalete almışlardı. İşte bütün bunlar onu genç muallime hakkında tecessüs göstermekten men ediyordu. Yalnız bu tatlı işkence ve mütemadi yeni çarpıntıyı azıcık tahfif eden bir fikir bulmuştu. Her zaman yaptığı gibi ertesi gün kasabanın mekteplerini gezecekti ve belki...
Aliye, o günün heyecan ve tehlikesinden çok üzülmüş ve biraz hastalanmıştı. Karşıki küçük odaya Gülsüm halanın serdiği şilteye fena bir baş ağrısıyla uzanmıştı. Onda da mektepte Tosun Bey’e çarpıntı veren altın bulut hülyasının başka bir cephesi, siyah başlıklı güzel ve kumral kumandanın erkek yüzü vardı. Fakat o ince İstanbul çocuğu, bu çarpıntıyı Tosun Bey’den daha vazıh görüyor ve bu mücadele günlerinde, bu mücadele kahramanlarının kalpleri yalnız memleket için çarpması lazım geleceğini düşünüyor ve bu tehlikeli misafire hiç görünmemeye karar veriyordu. Halbuki beraber otursalar, konuşsalar Aliye ona ne kadar kuvvet verecek, fikrini yeni vadilere dökecek, memlekete faydalı şeyler öğretecekti. O, bu düşünceyi hep şeytanın kendisini kandırıp onun yanına çıkarmak için icat ettiği bir düşünce sanıyordu. O, kapı aralığından erkeklere görünen her yakışıklı, namdar adam arkasından koşan bir kız değildi. Hayır, o, isimsiz hayatı bir kahramanlık menkîbesi olan bir Türk zabitinin kızıydı. Hayır, kendine hükmedecek ve bu genç kumandanın yanına çıkmayacaktı.
Karşılıklı iki odada iki genç kalbin ivicâclı ıstırap ve saadet titremelerine, tatlı işkencelerine sabaha kadar altın ay, mavi gökten baktı ve güldü.
Sofada sabahleyin Tosun Bey’in gür sesi Ömer Efendi’ye:
— Sizin çocuk da mektebe gidiyor değil mi, dedi.
Tosun Bey’in zihninde Ömer Efendi ile Gülsüm halanın çocukları toparlak al yanaklı, yanık yüzlü, tıknaz, siyah örgülü bir küçük kızdı. Akşam Gülsüm hala kitapları toplamış, sofrada Ömer Efendi:
— Emine’nin çorbasını verdin mi, demişti. O zaman kızlarının biraz hasta olduğunu da ilave etmişti.
Ömer Efendi gülerek, bütün yüzü çocuk gibi açılarak:
— Hiç gitme mi Tosun Bey, demişti. Sonra daha alçak ve daha karanlık 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder