4 Ekim 2021 Pazartesi

Yüce Sultan / Miguel De Cervantes

Yüce Sultan

Yüce Sultan

Yüce Sultan’dan…

Eğlenceli bir oyun gibi görünen La gran sultana'da Cervantes gözlerini bir sinema kamerası gibi dış mekandan, İstanbul sokaklarından iç mekana Osmanlı padişahının hem devlet işlerini yürüttüğü hem yaşadığı yer olan Topkapı Sarayı'na, hareme, yatak odasına kadar yöneltir. Hareminde bile güvenlikte olmadığını kurgusal bir yapıtta büyülterek gösterir. İstanbul sokaklarında da durum farklı değildir.

İçerden dışarı dışardan içeri bilgi sızdıran, görünüşte din değiştirmiş, iki inanç/iki yaşam arasında kalmış mühtedilerin, tek ya da iki taraflı çalışan casusların dolaştığı bir alandır İstanbul. Osmanlı padişahının güvenliği saray görevlilerinden çok kendi zekasına bağlıdır. Mami'nin Rustán'ı, Catalina'nın Zaida'yı, padişahın Catalina'yı, kısacası herkesin herkesi gözetlediği diğer yandan bunun başta padişah olmak üzere herkes tarafından bilinip dile getirilmediği bir ortamdır Topkapı Sarayı.

Bu da teatral gerilimi artırır. Padişahın en çok güvendiği haremağası cariyelerinden birini saklayabilir, onu "Hıristiyan" inancına göre yedi yıl boyunca eğitebilir, Salek'e haremle ilgili bilgiler sızdırabilir. Diğer yandan, etrafı tehlikelerle çevrili Osmanlı padişahı öğrendiği bir ihaneti kullandığı dille hataya çevirip ondan sonra da bağışlayabilecek, olayların/tehlikelerin üstüne çıkmasını sağlayacak kadar kıvrak bir zekaya sahiptir.

Gizliden gizliye Hıristiyanlık inancını koruyan hadım Rustán'ın Catalina'ya duyduğu hayranlık ona "Hıristiyan" dinine bağlı olduğu için duyduğu saygının ötesindedir. Aslında ağlayacak kadar duygusal bir erkektir. On yaşında hareme giren Catalina "Hıristiyan" diniyle ilgili bilgilerinin büyük bir kısmını yedi yıl boyunca iletişim halinde olduğu tek kişi olan Rustán'dan öğrenmiştir. Bu konuda Rustán'ın yardımı olmasa ya da yardımları İslam dinini öğretmek yolunda olsaydı zaten Cervantes'in bu oyunu yazmasına gerek kalmazdı.

Ağırlıklı olarak opera-komik özelliği üzerinde durulan La gran sultana'da Cervantes Müslüman-Hıristiyan-Yahudi ilişkilerine, XVI. yüzyılda Akdeniz'i çalkalayan korsan faaliyetlerine, tutsakların, mühtedilerin yaşamına, İstanbul'da cirit atan casuslara, kimlik ve inanç karmaşasına, Akdenizde oluşan melez kimlik ve kültüre bu kez Akdeniz'in öteki yakasından, İstanbul'dan bakar. Çokdinli / çokkültürlü / çokdilli İstanbul'da da tutsaklar, dönmeler, Cezayir'de olduğu gibi, kendi aralarında ve yerli halkla karma bir dil olan "lingua franca" aracılığıyla anlaşırlar. "Berberistan'da hatta İstanbul'da, Müslümanlarla tutsakların anlaşmasına yarayan, ne Arapça, ne İspanyolca, ne de başka bir dile benzemeyen, hepsinin karışımından meydana gelmiş bir dil vardı".

Aynı şekilde, La gran sultana'da, mühtedi Salek bir diğer mühtediyi "biz burada hem bildiğimiz hem de bilmediğimiz, karma bir dil aracılığıyla anlaşırız aramızda" diyerek bilgilendirir. El trato de Argel'de iki Müslüman çocuk Cezayir'de herkesin ağzında dolaşan nakaratı bu dilde tekrarlayarak kızdırır Hıristiyan tutsakları: "Joan, o Juan, non rescatar, non fugir. Don Juan no venir; aca morir, perro, aca morir; don Juan no venir; aca morir". (Joan ya da Juan kurtarmamak, kaçmamak. Don Juan gelmemek; burada ölmek; Don Juan gelmemek; burada ölmek.).

Cervantes'in Akdeniz'den söz etmediği yapıtı neredeyse yok gibidir. El trato de Argel (Cezayir'de Yaşam), Los baños de Argel (Cezayir Zindanları), El gallardo español (Yiğit İspanyol) bunlardan yalnızca birkaç tanesidir. Savaş, ticaret ve büyük kültür alışveriş alanı Akdeniz ve Cervantes birbirinden ayrılmaz iki dost/düşman gibidir. Yahudi ve İslam kültürüyle beslenmiş bir Doğulu, Yunan Roma kültürünü özümsemiş bir Batılı, bizim deyişimizle bir Akdeniz Canavarı'dır (Monstruo del Mediterráneo) Cervantes...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder