18 Ekim 2021 Pazartesi

Dersu Uzala / Vladimir Arsenyev

Dersu Uzala

Dersu Uzala

Dersu Uzala’dan…

Ertesi gün yolumuza devam ettik. Rotamız, rüzgârın devirdiği ağaçlarla dolu bölgelerden geçiyor, bu da ilerlememizi bayağı yavaşlatıyordu. Saat dört civarında, bir zirveye ulaştık. Küçük grubumuzu geride bırakarak zirvenin öbür tarafına geçtim. Gördüklerim, şüphelerimi anında dağıttı. Kubbe biçimli dağ, aradığımız yerdi.

Ekibimin yanında döndüğümde, güneş ufka doğru alçalmıştı. Çabuk hareket etmek ve su bulmak zorundaydık. Hem adamlar, hem de atlar susuzluk çekiyordu. Önce yumuşak olan iniş, gitgide dikleşti. Atlar sağrılarının üzerinde kaydılar, yükleri öne doğru kaykıldı, bağlı olmasaydılar hayvanların başının üstünden aşıp yere düşeceklerdi. Devrilmiş ağaç sayısının çokluğu düşünülünce hiç de kolay olmayan bir şekilde zikzaklar çizerek indik aşağı.

Dağın eteğindeki bölge tamamen vahşiydi. Yerinden sökülmüş ağaçlarla tıka basa dolu derin çukurlarla yosun kaplı kayalıklar, çarpıcı bir Walpurgis2 etkisi yaratıyordu. Daha ıssız ve daha düşmanca bir yer, hayatımda görmemiştim.

Dağlar ve ormanlar, bazen neşeli ve çekici görünürler, o zaman insan onlardan hiç ayrılmak istemez. Başka zamanlarda ise, can sıkıcı ve kasvetlidirler. Ne tuhaftır ki, bu izlenimler asla tek bir kişiye özgü olmaz, herkes tarafından paylaşılırlar. Durum o anda da böyleydi. Üstümüzde hasta edici, korkutucu, iğrenç bir kasvet havası vardı ve hepimiz bundan fena halde etkilenmiştik.

“Neyse,” diye mırıldandı adamlar. “Bir gecelik. Yarın daha iç açıcı bir yer buluruz.”

Orası benim de hoşuma gitmemişti ama başka seçeneğimiz yoktu. Güneş batmak üzereydi. Kayalığın dibinde bir dere çağıldıyordu. Derenin kıyısında bir yer seçip adamlarıma çadırları kurmaları için emir verdim.

Balta ve insan sesleri, ormanın ezici sessizliğini anında paramparça etti. Adamlar çalı çırpı topladılar, atların eyerlerini çözdüler. Biz yemeğimizi yedik ama yük taşıyan hayvanlarımız taşlarla ve çıplak kütüklerle dolu bu vahşi yerde aç kaldılar. Bunu ertesi gün Çinli köylülerin kulübelerine rastladığımız takdirde telâfi etmeyi düşünüyorduk.

Taygada her zaman olduğu gibi alacakaranlık erken çöktü. Gecenin gölgeleri yere inmiş ve dünyaya yerleşmişken, Batı yönünde sık ağaçların arasından soluk gökyüzü parçaları hâlâ görülebiliyordu. Ateşimizin alevleri neşeyle parlayarak, yakı-nınımızdaki çalılıklarla ağaçlan aydınlatıyordu. Kampımız yavaş yavaş sessizliğe büründü. Çay da içildikten sonra adamlar tüfekleriyle, eyerleriyle ve üstleriyle başlarıyla ilgilenmeye başladılar. Yürüyüşlerde yama ve tamir işi her zaman çok olur. İşlerini bitirdikten sonra uykuya çekildiler. Paltolarına sannmış olarak, birbirlerine yakın yatıyorlardı, hepsi derin uykudaydı. Atlar ormanda yiyecek bulamayarak, başlan önde kampa dönüp ayakta uykuya dalmışlardı. Sadece Olentyev’le ben uyanıktık. Olentyev çizmelerini onanyor, ben de günlüğüme notlar alıyordum.

Saat on civarında, koyun postu paltoma sarınıp ateşin yakınında bir yere kıvrıldım. Altında kamp kurmuş olduğumuz yaşlı köknar ağacının dalları, ateşimizden dumanla birlikte yükselen sıcakta dalgalanıyor, yıldızlarla beneklenmiş siyah gökyüzünü bir gözlerden saklıyor, bir ortaya çıkarıyordu. Ağaçlar, bitmek bilmeyen sütunlardan oluşan sıralar halinde ormanın kalbine doğru uzanıyor, gecenin karanlığıyla karışıp belirsizleşiyorlardı.

Birdenbire, atlar başlarını kaldırıp kulaklarını diktiler, sonra gevşeyip uykularına döndüler. Önce duruma dikkat etmeden konuşmayı sürdürdük. Birkaç dakika geçti. Olent-yev’e bir soru sordum, cevap alamayınca dönüp baktım. Elini gözlerini ateşin ışığına karşı perdelemek için kaldırmış olarak ayaklanmış, karanlığa bakıyordu.

“Ne oldu?” diye sordum.

“Dağın yan tarafından aşağı inen biri var,” diye fısıldadı.

Etrafımızdaki mutlak, soğuk bir sonbahar gecesi bir ormana hâkim olan cinsten sessizlik, birdenbire yukarıdan yağmur gibi yağan çakıllar yüzünden bozuldu.

Olentyev, “Ayı bu,” diye soluyarak tüfeğini kaptı...

LİNK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder