29 Aralık 2017 Cuma

Alev Kıyıları / Wilbur Smith

Alev Kıyıları'ndan...

Biggs, Michael’ın pantolonunu lambanın tepesindeki açıklığa dayayıp ısıttı, sonra uzattı. Michael battaniyelerin altından fırlayıp pantolonun içine daldı. Geceliğinin eteklerini de toplayıp pantolonun içine soktu. Biggs bu arada, pilot yeri açık bir uçakta, o soğukta uçacak bir insanı sıcacık giydirmenin pek zor sürecini kolaylaştırmaya çalışıyordu. Geceliğin üzerine bir ipek yelek, onun üzerine iki tane balıkçı kazağı giyildi. Daha sonra bir deri yelek, en üste de ordunun verdiği koca palto. Uçağın kontrol düğme ve kollarına dolaşmasın diye paltonun etekleri kesilmiş, kısaltılmıştı.
Michael artık öyle kat kat giyinmişti ki, çizmelerini giymek için eğilemez olmuştu. Biggs onun karşısına çömeldi, önce ipek çorapları, sonra iki çift yün av çorabı giydirdi, yanık renkli ceylan derisinden, Afrika'ya ısmarlanıp getirilmiş uzun çizmeleri de ayağına geçirdi. Çizmelerin bu yumuşak tabanından Michael uçağın pedallarını rahatça hissedebilmekteydi. Ayağa kalktığında, incecik, adaleli vücudu onca giysinin altında biçimini kaybetmişti. Kollan yanına bitişmiyor, penguen kanatları gibi açık duruyordu. Biggs çadırın kapağını açtı, tuttu, sonra elma bahçesinin içinden yemekhaneye kadar giden yolu feneriyle aydınlatarak ona eşlik etti.
Ağaçların altındaki diğer karanlık çadırların önünden geçerlerken Michael herbirinin içinden küçük öksürükler, kıpırtılar duyuyordu. Hepsi uyanıktı. Ayak seslerini dinliyor, onun hesabına korkuyorlardı. Belki bir yandan da bu sabah uçanın kendileri olmayışından ötürü rahatlık duymaktaydılar.
Elma bahçesinin sonuna geldiklerinde Michael bir an durup gökyüzüne baktı. Kara bulutlar kuzeye doğru çekiliyor, yıldızlar ortaya çıkıyordu. Şafağın belirmesiyle onların da rengi solmaya başlamıştı bile, Bu yıldızlar hala yabancı geliyordu Michael'e. Gerçi bazı kümeleri tanıyabilmeye başlamışsa da, bunlar onun sevgili güney yıldızlarına benzemiyordu. Nerede o Güney Haçı, Achernar, Argus ve diğerleri... gözlerini tekrar indirdi, Biggs'in ve ışığını zıplatarak uzaklaşan lambanın peşinden tekrar ilerledi.
Yemekhane diye kullandıkları yer eskiden bir fabrikaya aitti. Burayı boyamışlar, yıkık çatısına tenteler germişlerdi. İçerisi sağlam ve sıcaktı.
Biggs kapıda durup yol verdi. «Dönüşünüzde kazandığınız onbeş sterlin hazır olur, efendim,» diye mırıldandı. Michael'a asla iyi şans dilemezdi. Böyle bir davranış, mümkün olan en kötü şansı getirirdi çünkü.
Şöminede bir ateş gürleyerek yanıyordu. Binbaşı Lord Andrew Killigerran ateşin tam karşısına oturmuş, çizmeli ayaklarını şöminenin önündeki mermere uzatmıştı. Yemekhane görevlisi kirli tabakları topluyordu.
Michael'ı selamlamak için amber sigara ağızlığını düzgün beyaz dişleri arasından çekti. «Herhalde yulaf ezmesi, üzerine erimiş tereyağı ve bal, sonra da süt ve yumurta...»
Michael ürperdi. «Döndüğümüz zaman yerim.» Midesi gerilimden kaskatı kesilmişti. Mutfaktan gelen kokular daha da beter etki yapıyordu. Andrew'un amcası genelkurmayda olduğundan, bağlı 

18 Aralık 2017 Pazartesi

Büyücüler Kralı / Wilbur Smith

Büyücüler Kralı

Büyücüler Kralı'ndan...
Anıtın gölgesinde çömelmiş olan Taita, anıtın etrafını dolaşan ve adım başında ellerini kalçalarına dayayarak anıtı her açıdan inceleyen prensi gözlüyordu Taita'nın yüz ifadesi mesafeli, ama bakışları sevecendi Delikanlıya duyduğu sevginin başlangıcı başka iki hayata dayanıyordu Bunların ilki Mısır Kraliçesi Lostris'dı Taita bir hadımdı, ama ergenlik dönemine ulaşmasından sonra hadım edilmişti ve bir zamanlar bir kadını sevmişti Bedensel sakatlığından dolayı Taita'nın askı temizdi ve onu tümüyle Nefer’in büyükannesi Kraliçe Lostris'e adamıştı Bu öylesine kapsamlı bir aşktı ki bugün kraliçenin ölümünden yirmi yıl sonra bile Taita'nın tüm yaşamının merkeziydi
Nefer'e olan sevgisine kaynak olan ikinci kışı onuruna bu anıtın dikilmiş bulunduğu Harrab Lordu Tanus'tu Tanus, Taita için bir kardeşten bile daha değerli olmuştu Lostris'le Tanus'un ikisi de artık gitmişlerdi, ama kanları bu çocuğun damarlarında birbirine karışmıştı Uzun yıllar önce yaşadıkları yasak ilişkiden doğan çocuk büyüyünce Firavun Tamose olmuştu Prens Nefer’in babası Bugün de onları buraya getiren savaş arabaları kafilesinin başında yer alıyordu Tata, eşkıya başını nerede tutsak ettiğinizi bana göstersene" Nefer’in sesi heyecandan ve ergenlik döneminin başında olmasının etkisiyle çatlak çıkıyordu
"Burası mıydı" Çocuk meydanın güney yanındaki yıkık duvarın başına koştu "O öyküyü bana bir daha anlatsana"
Taita, "Hayır, buradaydı Bu yanda," diyerek ayağa kalktı ve bir leyleğinkilere benzer uzun ve sıska bacaklarıyla doğu duvarına yürüdü Bakışlarını duvarın un ufak olmuş tepesine dikmişti "Keratanın adı Şuftı'ydı. Tanrı Set gibi tek gözlü ve çirkindi. Bu duvara tırmanarak savaştan kaçmaya çalışıyordu" Taita eğilerek yerdeki molozların arasından ham çamurdan bir tuğla parçasını aldı ve anı bir hareketle havaya fırlattı. Tuğla yüksek duvarın obur yanına duştu "Kafatasını parçaladım ve tek bir atışla yere indirdim onu. "
Nefer yaşlı adamın gücünü ilk ağızdan bildiği, Taita'nın direnci de efsaneleşmiş olduğu halde, başardığı atışa şaşırmıştı. Nefer, Tatam dağlar kadar İhtiyar, bana baktığı gibi büyükanneme de baktığına göre ondan bile daha İhtiyar, diye hayranlığını dile getirdi. İnsanlar onun Nil’in iki yüz taşkınına tanık olduğunu ve piramitleri kendi elleriyle inşa ettiğini söylüyorlar Birden sesini yükselterek sordu "Adamın kellesini kesip oradaki yığının tepesine mi oturttun, Tata?" Böyle derken tüyler ürpertici anıtı işaret ediyordu.
"Öyküyü ezbere biliyorsun Sana yüz kere anlatmadım mı?" Taita başarılarıyla böbürlenmek istemiyormuş gibi yalancıktan tevazu gösterdi Nefer, "Tekrar anlat," diye emretti
Taita bir taş blokunun üstüne otururken Nefer de mutlu bir beklentinin pençesinde onun ayaklarının dibine yerleşti Bölüğün koç boruları kara yarlarda giderek hafifleyen yansımalarla herkesi gen çağırana kadar da heyecanla dinlemeyi sürdürdü Taita,
"Firavun yanına dönmemizi emrediyor," diyerek ayağa kalktı ve kapıya yöneldi Kafile kum tepelerinin düzlüklerine ilerlemeye hazırlanırken duvarların dışında büyük bir telaş ve itiş kakış fark ediliyordu Hayvan derisinden torbalar yine suyla dolmuştu, askerlerde hayvanlarına binmeden önce eyerlerini sıkıştırıyorlardı. Firavun Tamose yıkık kapıdan çıkmakta olan oğluyla yanındaki İhtiyara baktı ve Taita'yı bir baş hareketiyle yanına çağırdı. Söyleyeceklerinin alaydaki subaylar tarafından duyulmaması için biraz uzaklaştılar Lord Naja onlara katılmaya hazırlandı. Bunu gören Taita da Firavun'a bir şeyler fısıldadı, bunun üzerine Tamose dönerek sert bir sesle Naja'ya uzaklaşmasını buyurdu. Gücenen lord utancından kıpkırmızı kesilmişti Taita'ya yönelttiği bakış bir savaş oku kadar keskin ve oldurucuydu. Firavun, Taita'yı uyardı "Naja'yı gücendirdin Bir gün seni korumak için yanında olmayabilirim."

17 Aralık 2017 Pazar

11.Yazıt / Wilbur Smith

11.Yazıt'tan...

Samana ve Tansid getirdikleri bambu dalından özenle uzun kıymıklar topladılar. Onları insan saçından ince ama en iyi bronzdan bile keskin ve sağlam bir hale getirene kadar cilaladılar.
Tapınağın huzurlu havasına bir gerilim ve beklenti hâkim olmuştu. Kahkahalar ve apsara'ların şen ruhlan yatışmıştı. Tansid ne zaman Taita'ya baksa, gözlerinde huşu ile karışık acımaya benzer bir ifade oluyordu. Samana ise bekleme günlerinin çoğunu onunla birlikte, onu önlerindeki çetin sınava hazırlayarak geçirmekteydi. Pek çok konuyu tartıştılar ve Samana hep Kashyap'ın sesime bilgeliği ile konuştu.
Bir ara Taita, kendisini uzun süre meşgul eden bir konuyu açtı: "Senin de bir Uzun Yaşayan olduğunun farkındayım Samana." "Tıpkı senin gibi Taita."
"Peki, nasıl oluyor da birkaçımız insanlığın geri kalanına göre çok daha uzun yaşıyoruz. Bu tabiata aykırı. "Beni ve Başrahip Kashyap gibileri düşünürsen, belki yaşam şeklimize, yediklerimize, içtiklerimize, düşüncelerimize ve inançlarımıza bağlıdır bu. Ya da belki bir amacımız, devam etmek için bizleri yöneten bir hedefimiz, bir nedenimiz olduğu içindir." "Ya ben? Seninle ve başrahiple kıyaslandığımda delikanlı sayılsam bile, çoğu insandan uzun yaşamış durumdayım," dedi Taita. Samana gülümsedi. "Sen de iyicil bir akla sahipsin. Bu zamana kadar aklın bedeninin güçsüzlüğüne galip gelmiş, ama sonunda hepimiz ölmek zorundayız, tıpkı Kashyap gibi."
"İlk soruma cevap verdin, ama bir tane daha var. Beni kim seçmiş?" diye sordu Taita, ama sorusunun cevapsız kalmaya mahkûm olduğunu biliyordu.
Samana tatlı, esrarengiz bir tebessümle ona baktı ve uzanıp bir parmağını Taita'nın dudaklarına değdirdi. "Seçildin," diye fısıldadı. "Bu kadarıyla yetin." Taita, onun bilgisinin sınırlarına geldiğini biliyordu: Samana ancak buraya kadar gidebilirdi.
Günün geri kalanında ve gecenin yansı boyunca, o zamana kadar aralarında yaşananlar üzerine birlikte düşünmeye başladılar. Sonra Samana, Taita'yi kendi yatak odasına götürdü ve şafak sökene dek, bir annenin çocuğuna sarılıp uyuması gibi birbirlerine sarılarak uyudular. Kalkıp birlikte yıkandılar ve sonra Samana, Taita'yı bahçelerin bir köşesinde gizlenmiş antik bir taş binaya götür dü, Taita bu kısmı daha önce görmemişti. Tansid onlardan önce gelmişti. Yapının merkezindeki büyük odada, tam ortada duran mermer masanın başında bir şeylerle uğraşıyordu. Taita ile Samana içeri girince başını kaldırıp onlara baktı. "Son iğneleri hazırlıyordum," diye açıklama yaptı, "Ama baş başa kalmak isterseniz çıkabilirim."
Samana, "Kal sevgili Tansid," dedi. "Senin varlığın bizi rahatsız etmez." Sonra Taita'nın elinden tutup odada gezdirdi. "Bu bina başlangıç dönemlerindeki ilk başrahipler tarafından tasarlanmıştı. İşlerini yapabilmek için bol ışığa ihtiyaçları vardı." Duvarların üst kısımlarındaki büyük, açık pencereleri gösterdi. "Bu mermer masada en az elli kuşak boyunca başrahipler İç Göz'ü açma eylemini gerçekleştirdi. Hepsi birer âlimdi, yani bizim tanımımıza göre başka



16 Aralık 2017 Cumartesi

Şeytan Çığlığı / Wilbur Smith

Şeytan Çığlığı'ndan...

Çıplak ayaklı çocuklar, «Bay Harry Amirallik Limanına balık astı,» diye sokaklarda koşuşmaya başlayınca, adalılar işlerini bırakıp limanı bayram yerine çevirmek için hemen bir neden bulmuşlardı.
Yamaçtaki Hükümet Sarayı'na kadar haber ulaşınca Başkanlığın Land Rover'i de kaputunun üstündeki küçük gri bayrağını dalgalandırarak yola çıktı.
Kalabalığı yarıp geçti ve büyük adamı iskeleye indirdi. Godfrey Biddle bağımsızlıktan önce St. Mary adasının tek avukatıydı. Adada doğmuş ve İngiltere'de öğrenimini yapmıştı.
«Bay Harry, ne şahane bir balık böyle!» diye sevinçle bağırdı. Bu boyda bir balık St. Mary'nin yeni yeni kalkınan turizm hamlesini hızlandıracağı için gelip elimi sıktı. Dünyanın bu bölgesindeki Devlet Başkanları arasında epey önde gelirdi doğrusu.
«Teşekkür ederim, Sayın Başkanım.» Başındaki siyah melon şapkayla bile ancak koltukaltıma kadar geliyordu boyu. Siyah takım elbise, siyah ayakkabı giymişti. Derisi parlatılmış kömür rengindeydi.
Ancak kulaklarının üstünde insanı şaşırtan bir tutam beyaz saç vardı.
«Tebrike lâyıksınız,» Başkan Biddle sevinçten yerinde duramıyordu. Bu mevsim konuk çağırdığı geceler Saray'da yemek yiyeceğimi anlamıştım. Adada doğmuş olmama karşın, Başkanın beni kabul etmesi için bir iki yıl geçmesi gerekmiş doğrusu. Çocuklarından biriydim ve bu durumun taşıdığı bütün özel ayrıcalıklara sahiptim.
Fred Coker de cenaze arabasıyla gelmişti, ama bu kez fotoğraf makinesini getirmişti. O üç ayaklı sehpasını kurup antika makinesini hazırlamak için kara örtünün altına girince biz de görkemli balığın çevresinde yerimizi aldık. Chuck elinde olta olduğu halde ortamızdaydı, bizler de futbol takımı gibi kollarımızı kavuşturmuş yanında duruyorduk. Angelo ile ben sırıtmaktaydık, Chubby ise kaşlarını çatmış, asık yüzle bakıyordu kameraya. Resim yeni reklâm broşürümde çok iyi duracaktı: Usta kaptan ve sadık tayfası. Kaptanın kasketinin altından saçları, gömleğinin açık göğsünden de kılları fırlamıştı. Gelecek mevsim epey iş yapardım böylesine bir broşürle.
Balığın ananas ihraç depolarının soğuk hava bölümüne gönderilmesini sağladım. İlk soğuk hava de-poiu gemiyle Londra'daki Rowland Wards firmasına gönderip içini doldurtacaktım. Ondan sonra Angelo ile Chubby'yi Doncer'in güvertesini yıkamaları için gönderdim.



15 Aralık 2017 Cuma

Vahşi Adalet / Wilbur Smith

Vahşi Adalet'ten...

Kara renkli ve çirkin silahlar eski model tüfekler gibi tek tek dolduruluyordu.
Mermi kovanları kendiliğinden dışarı atılmadığından tabancanın geri tepmesi çok sertti, dikkatli olmayan birinin bileğinin kırılması işten bile değildi. Ancak on metre mesafeden korkunç bir etkileri vardı, iki metreden bir insanın kafasını uçurabildiği halde kıtalararası uçuş yapan bir uçağın basınçlı gövdesini delecek gücü yoktu.
Yapmak istedikleri iş için en uygun silah olan tabancalar birkaç saniye için birleştirilip doldurulmuş, iki erkek tişörtlerinin üzerlerine parlak kırmızı gömlekler geçirip biri birinci sınıfın, diğeri turist sınıfının arkasında olmak üzere yerlerini almışlardı.
İnce vücutlu, güzel yüzlü, kara saçlı Alman kızı birkaç dakika daha yerinde kalmış, geri kalan deniz cevizlerini açıp içindekileri filelerden ikisine doldurmuştu. Bu el bombalarının çevresindeki çifte kırmızıçizgiden bunların elektronik fünye ile ateşlenebilecekleri anlaşılıyordu.
İngrid'in sesi, şimdi hepsi de uyanmış olan yolcuların yerlerinde daha dik oturmalarına neden oldu.
“... Şu anda eylem komandosunu uçak içinde yürümekte olan subayı uçağa yüksek patlayıcı gücü olan el bombaları yerleştirmektedir.” Kara saçlı her on beş sırada bir üst bölmelerin kapaklarını açarak içine bir bomba yerleştirdi, kapağı kapattı, yoluna devam etti. Yolcular dehşet içinde kendisini seyrediyorlardı. “O bombalardan her biri bu uçağı paramparça etmek için yeterlidir. Bunlar on beş santim zırhı olan bir tankı delip sarsma gücüyle mürettebatını öldürmek üzere yapılmışlardır. Şu anda subayım bunlardan on dördünü yerleştirmektedir. El bombaları benim kontrolümde olan elektronik bir vericiyle patlatılabilirler... ve böyle bir şey olduğunda da gürültüsünün ta Kuzey Kutbu'ndan işitileceğinden hiç kuşkunuz olmasın.”
Yolcular rüzgâra kapılmış yapraklar gibi titrediler, bir yerlerde bir kadın ağlamaya başladı. Kimse dönüp bakmadı kadına.
“Ama ortada merak edecek bir durum yok. Böyle bir şey olmayacak çünkü. Herkes denileni yapacağı için bu harekât sona erdiğinde kendinizle gurur duyacaksınız.
Biz hepimiz soylu ve görkemli bir görevin ortaklarıyız, insanın özgürlüğü ve onuru için savaşıyoruz. Bugün yeni bir dünyanın kurulması için önemli bir adım attık. Haksızlıktan ve zorbalıktan temizlenecek ve halkların refahına adanacak bir dünyanın kurulması için.”
Hâlâ ağlayan kadına bu kez daha tiz sesle bir de çocuk katılmıştı.
Kara saçlı kız yerine dönüp Mahe Havaalanı'nda madeni detektörün ortaya çıkardığı fotoğraf makinesini çantasından aldı. Makineyi boynuna astı, geri kalan iki tabancayı birleştirdikten sonra bunlarla mermi kütüklüğünü pilot bölmesinde kendisini bekleyen iriyarı sarışın kıza götürdü. İngrid esmer kızı hiç çekinmeden dudaklarından öptü