3 Aralık 2021 Cuma

Uyku Duvarının Ötesinde / H.P. Lovecraft

Uyku Duvarının Ötesinde

Uyku Duvarının Ötesinde

Uyku Duvarının Ötesinde’den…

Atalarımın eski şatosu, etrafındaki balta girmemiş ormanın boğum boğum ağaçlarıyla birlikte, etekleri ağaçlı, kabarık bir dağın çimenli, yüksek zirvesini taçlandırırcasına yükseliyordu. Onurlu soyu, yosun tutmuş surlarından bile daha eskiye uzanan bu aileye, bir yuva ve kale olarak hizmet eden şatonun mağrur burçlarındaki mazgallar, yüzyıllar boyunca aşağıdaki yabani ve engebeli kırları sert bakışlarla izlemişlerdi.

Zamanın yavaş ama kudretli baskısı altında ufalanan, nesillerin saldırılarıyla lekelenen bu kadim küçük kuleler, feodalizm çağında, Fransa'nın en heybetli ve yenilmez kalelerinden birini oluşturmuştu. Baronlar, kontlar, hatta krallar, şatonun aşağıya kızgın yağlar ve benzeri şeyler dökmek için hazırlanmış mazgallarının, güçlendirilmiş siperlerinin ardında saldırganlara meydan okumuş, geniş koridorları hiçbir zaman istilacıların ayak sesleriyle yankılanmamıştı.

Ama eskinin o görkemli yıllarından bu yana her şey değişmişti. Karanlık bir gereksinimden biraz daha iyi bir seviyede yaşanan yoksulluk ve ticari yaşamın meşguliyetleriyle bir parça olsun teselli bulmayı engelleyen saltanat gururu, soyumuzun evlatlarını eski dönemlerin ihtişamlı hayatlarını sürdürmekten alıkoymuştu; surlardan kopup düşmüş taşlar, bahçelerde aşın büyüyerek her şeyi örten bitkiler, kurumuş ve toz toprak içindeki kale hendeği, zemini bozulmuş avlular, devrilecek gibi yan yatmış kuleler, çökmüş yer döşemeleri, kurt yeniği lambriler ve solmuş goblenler içeren görüntü yıkılmış bir ihtişamın kasvetli öyküsünü anlatıyordu.

Çağlar geçtikçe, şatonun dört muhteşem kulesinden önce biri, sonra bir diğeri, ta ki sonunda tek bir kule, efendilerin sayıları azalmış hüzünlü torunlarına mesken olmayı sürdürene dek, harabe olmaya terk edilmişti.

Mutsuz ve lanetli C- Kontları'nın sonuncusu olan ben, Antoine, ayakta kalmayı sürdüren bu kulenin geniş ve kasvetli odalarından birinde, gün ışığını ilk kez, doksan uzun yıl önce görmüştüm. Sorunlu yaşamımın ilk yıllarını, bu duvarların arasında ve karanlık, gölgeli ormanların, vahşi koyakların, yamaçtaki mağaraların içinde geçirmiştim. Annemi ve babamı hiç tanımadım.

Babam otuz iki yaşındayken, ben doğmadan bir ay önce, terk edilmiş kale mazgallarından, her nasıl olduysa, yerinden çıkan bir taşın kafasına düşmesiyle öldürülmüştü. Annemse beni doğururken ölmüş ve bütün bakımım, eğitimim, geride kalan son hizmetkârımızın üzerine, adını Pierre olarak hatırladığım yaşlı, güvenilir ve son derece zeki bir adama kalmıştı. Ben yalnız bir çocuktum ve atalarımdan bana miras kalan bu arkadaşsızlık, yaşlı gardiyanımın, dağın eteklerini çevreleyen düzlüklerde, oraya buraya yayılmış evlerinde yaşayan köylü çocuklarının dostluğundan mahrum bırakarak uyguladığı tuhaf koruma yüzünden daha da büyümüştü.

O zamanlar, Pierre, bana zorla uyguladığı bu kısıtlayıcı kuralın, benim soylu doğumumun alt tabakadan arkadaşlar edinmemem gerektirdiği gerçeğiyle ilişkili olduğunu söylemişti. Ama artık bu olayın asıl amacının, bayağı kiracıların küçük kulübelerindeki ocak ateşlerinin başında kısık seslerle fısıldaşırlarken, soyumuzun üzerinde gezinen korkunç lanet hakkındaki asılsız söylentilerin abartılı anlatımlarını duymamı engellemeye çalışmak olduğunu biliyorum.

Böylece yalıtılmış ve etraftaki eğlenceden uzaklaştırılmış olarak, çocukluk yıllarımda zamanımı şatonun tekinsiz kütüphanesini dolduran kadim kitapların arasına dalarak veya hiçbir amacım olmaksızın avare avare dolaşarak ya da dağın eteklerini örten ve daima toz içindeki hayaletimsi ormanda amaçsızca gezinerek geçirdim. Belki de etrafımdaki bütün bu şeylerin etkisiyle, melankolinin gölgesi zihnimi çok erken ele geçirmişti. Doğal olarak, okült ve karanlık konular ve bunlarla ilgili çalışmalar, oldukça güçlü bir şekilde ilgimi çekiyordu...

LİNK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder