5 Ocak 2018 Cuma

Sürek Avı / Wilbur Smith

Sürek Avı

Sürek Avı'ndan...

Tam sekiz hafta böyle yol aldılar. Geceleri açıkta yatarken gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızlar, onlara yolculuğun sonunda kavuşmayı umdukları elmasları anımsatıyordu. Zuga, iki oğlunu iki yanına alıyor, o etkili konuşmasıyla çocukları adeta büyülüyor, küçükler dikkat kesilip babalarını can kulağıyla dinliyorlardı. Onlara, heyecanlı fil avlarını, o eski, çok eski, yıkılmış siteleri, taşlara kazınmış putları, kuzeydeki topraklarda çıkarılan kırmızı yerli altınını anlatıyordu. Bir gün onları da o topraklara götürecekti.

Aletta da ateşin karşısında, gecenin ayazından korunmak için şalına sımsıkı sarılmış, kocasını dinlerken kendini bu hayale kaptırıyordu, ister istemez, küçük bir kız gibi. Onun tüm söylediklerine inanıyordu gene. Oysaki çoktan düş kırıklığına uğramıştı. Gene de Zuga oğullarına, Şapkalarını nasıl tıka basa elmasla dolduracağını ballandıra ballandıra anlatırken öylesine güven vericiydi ki, söylediklerini ciddiye almamak olanaksız gibiydi.

Böyle, kurumuş dere yataklarından, devedikeni kümelerinin arasından geçerek, kuş cıvıltılarını dinleyerek gittiler, gittiler, sonunda ufukta, Afrikalıların 'kopje' diye adlandırdıkları, o alçak tepeler belirdi. Bu tepelerden birine, Colesberg kopjesine yöneldiler. Burada ağaçlar daha büyük, daha yeşildi. Geniş, sığ bir ırmak akıyordu. Boer’lerin, Afrika Felemenk dilinde 'kurşuni su' anlamına gelen 'Vaal' diye adlandırdıkları bir ırmak. Bu ırmağın yatağından ve boyunca uzanan batak düzlüklerinden, yıllar yılı elmas arayıcıları elmas çıkarıp durmuşlardı. Ama bu iş çok çetin bir işti. Ve ilk akından sonra ancak en iyi niyetliler, en dayanıklılar kalmış, geri kalanlarsa pes etmiş, çekip gitmişlerdi.

Hem su boyunda yaşamak daha rahat olduğu için hem de burada elmas arama imtiyazı daha kolaylıkla satın alınabildiği için arayıcılar, genellikle, güney kesimindeki daha kurak madenlere gitmekten çekinmişlerdi. Sonra günün birinde elmas arayıcılarından birinin Hotanto hizmetkârı iyice kafayı bularak, dikkatsizlikten çadırları tutuşturmuş; efendisi de onu gergedan derisinden yapılmış bir kırbaçla bir güzel dövdükten sonra, aklı başına gelince, kurak bölgeye gidip bir elmas buluncaya değin kazmasını emretmiş ve sonra da bu olayı unutmuş gitmiş; ama Hotanto, iki hafta sonra, elinde yarım düzine kadar pırıl pırıl, bembeyaz taşla çıkagelerek, taşları efendisinin avucuna bırakmış. Böylelikle Colesberg Tepesi keşfedilmiş. Elmas arayıcıları hemen oraya koşmuş, işaret kazıklarını çakmış, daha ilk günden, kırk kadar taş bulmuşlar, işte Zuga Ballantyne'in tek arabası gıcırdaya sarsıla Colesberg Tepesine doğru yol alırken bu olayın üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçmişti.

Böylelikle Zuga, bir yıl kadar gecikmiş oluyordu.

O varıncaya dek tepe, yarı yarıya kemirilip bitmiş, kalanına da elmas arayıcıları karınca gibi üşüşmüş, hâlâ kazıyor, kazıyorlardı. Karasıyla, esmeriyle, beyazıyla en az on bin kişi vardı. Kimi derme çatma çadırlarda, kimi de paslı tenekeden kurulmuş barakalarda yaşıyordu. Herkes barakasına bayrağını çektiğinden, ortalık bir karnaval havasına bürünmüş gibiydi...


3 Ocak 2018 Çarşamba

Leopar Karanlıkta Avlanır / Wilbur Smith

Leopar Karanlıkta Avlanır

Leopar Karanlıkta Avlanır'dan...

Mayınlar buraya yıllar önce, şimdi yerinde yeller esen Rodezya hükümeti tarafından Zambezi kıyılarında bir güvenlik tedbiri olsun diye yerleştirilmiş, böylelikle ZIPRA ve ZANU gerilla kuvvetlerinin nehrin karşı tarafındaki Zambia'dan gelip bölgeye girmesi önlenmeye çalışılmıştı. Milyonlarca anti personel mayını ve daha ağır Claymore mayınlarıyla döşenmiş bu alan öyle uzun, öyle genişti ki, asla temizlenemezdi mayından. Maliyeti, zaten ekonamik sıkıntılar İçinde bulunan yeni siyah hükümetin çıkışamayacağı kadar yüksek olurdu.

Yaşlı fil tereddüt ederken birden çevrelerindeki havayı çatırtı sesleri doldurdu. Hırçın kadırgaların sesiydi sanki bu. Arkadan, güneyden geliyordu. Yaşlı fil mayın tarlasından uzaklaşıp seslerin geldiği tarafa doğru döndü.

Ormanın hemen üzerinden, iğrenç, kara bir cisim kendisine doğru yaklaşıyordu. Islık çalan, gümüş renkli bir çemberin altında asılı gibiydi. Gökyüzünü gürültülerle doldurarak sürüye doğru yoklaştı. O kadar alçaktaydı ki tepede dönen pervanesinin yarattığı hava akımı dalların yüksekte olanlarını karmakarışık ediyor, toprağın kuru yüzünden kırmızı bulut gibi tozlar yükseliyordu.

Bu yeni tehlikenin karşısında erkek fil tekrar döndü, seyrek çakılmış madenî levhaların orasından son hızla geçti, korku içindeki sürüsü de onun peşi sıra mayın tarlasına daldı.

Altında ilk mayın patladığı zaman erkek fil tarlanın elli metre kadar içine girmişti. Mayın yukarıya doğru, sağ arka ayağının kalın derisinden içeriye doğru patladı, ayağın yarısını balta kesmiş gibi koparıverdi. Bacağın üst kısmından kıpkırmızı etler sallanmaya başladı. Yaranın içinde beyaz kemik parıldarken erkek fil üç ayağı üzerinde yine ileriye doğru atıldı, ikinci mayın sağ ön ayağının tam altında patladı, ayağı ve bileği kanlı bir topak haline getirdi. Fil acıyla haykırdı, korku içinde kalçalarının üzerine oturdu, parçalanan bacakları yüzünden daha fazla ilerleyemedi. Yanından geçen emzikli analar mayın tarlasında ilerlediler.

Başlangıçta bom bom bom sesleri aralıklıydı. Ama az sonra, manyak bir bateristin tuttuğu tempo gibi kesintili bir stakato'ya dönüştü. Bazen dört beş mayın aynı anda patlıyor, çıkan yoğun ses yandaki tepelere çarpıp yüz yankıya bölünüyordu.

Bunların hepsinin gerisinde, bir cehennem orkestrasının yaylı sazları gibi o helikopter pervanesinin ıslıklı sesi yatmaktaydı. Araç tarlaya doğru iniş yapıyor, dönüyor, tarlanın kenarına varınca yükseliyor, dağılan sürüyü tıpkı bir çoban köpeği gibi alanın içinde tutuyordu. Bir sağa uçuyor, geri dönmeye çalışan bir grup hayvanı bu kararlarından vazgeçiriyor bir sola seğirtiyor, mucize sonucu tarlayı yarasız aşıp nehir yamacına varmış olan genç erkek fili geri püskürtüyordu. Hayvan çaresizlik içinde, olduğu yerde durup dönüyor, tekrar mayın tarlasına dalıyor, bu sefer bir mayın ayağını koparıyor, zavallı haykırıp kükreyerek yıkılıyordu.

Patlayan mayınların sesi top ateşleri gibi birbirini izlemekteydi. Her patlamayla birlikte, bir toz sütunu durgun havaya doğru yükseliyor, uçuşan sis gibi kırmızı tozlar manzaranın dehşetini biraz saklıyordu. Toz bulutu ağaç tepelerinin düzeyine kadar varabilmekteydi. Çaresiz hayvanlar patlayan mayınların parlak ışığında aydınlandıkça görülebiliyorlardı.

Bir yaşlı dişi, dört ayağını birden kaybetmiş, tarlada yan yatmakta, kalkabilmek İçin kafasını yere vurup durmaktaydı. Bir başkası karnının üzerinde sürünecek İlerlemeye çalışıyor, arka ayaklan ardında sürükleniyordu. Hortumu, yanı başındaki yavrusunu korumak istercesine ona sarılmıştı. O sırada tam göğsünün altında bir Claymore patladı, kaburgalarını dört bir yana saçtı, aynı zamanda yavrunun da arka kısmını havaya uçurdu.

Analarından ayrılmış olan birkaç yavru, toz örtüsünün İçinde bağırarak koşuyorlardı. Kulakları korkudan kafalarının iki yanına yamyassı yapışmıştı. Bir gürültü, bir ışık... hepsi karmakarışık bir yığın halinde üst üste döküldüler...


2 Ocak 2018 Salı

Bir Avuç Kum / Wilbur Smith

Bir Avuç Kum'dan...

Adam üst düzeyli bir devlet memuru olabilirdi. Ya da Dar es Salaam'daki alaydan bir subay... Ne olursa olsun üst tabakadan olduğu kesindi, İngilizlerin nerede eğitim gördüklerini ve toplumdaki yerlerini açıklayan ince, verev çizgili kravat da bunu doğruluyordu.
«Motoru çalıştırmak fazla vaktinizi almadı.» Adam zarif bir tavırla mango ağacına dayanmış bir elini de ceketinin cebine sokmuştu. Tekrar gülümseyince, Jake onun gözlerindeki alay ve kafa tutmayı fark ederek yanılmış olduğunu anladı. Karşısındaki, o kukla gibi adamlardan değildi. Bu alaycı gözler bir korsana aitti ve gölgelerde parlayan bir bıçak kadar da tehlikeliydi.
«Diğerlerinin de iyi durumda olduğundan kuşkum yok.» Aslında açıklama değil bir soruydu bu.
«Yanılıyorsun, ahbap.» Jake rahatsız olmuştu. Bu şık adamın beş hurda taşıtla ilgileneceğini düşünmek saçmaydı. Ama ilgileniyorsa, Jake ona araçların değerini açıklayan bir gösteri yapmıştı. «Sadece bu çalışıyor. Üstelik içi berbat halde. Sesini dinle. Çılgın bir marangoz gibi sesler çıkarıyor.» Eğilip motoru susturdu. Sonra aracın önünde durarak, «Teneke!» diye homurdanıp ön tekerleğin yanına tükürdü. Ama üstüne tükürmemiş, buna içi elvermemişti. Gereçleri toplayıp çantasına koydu. Ceketini de omzuna atarak İngilize tekrar bakmadan avlunun kapısına doğru gitti.
«Öyleyse açık artırmaya girmeyeceksin demek, dostum?» İngiliz ağaçtan ayrılmış yanında yürüyordu.
«Yok canım.» Jake aşağı gören bir tavırla konuşmaya çalışmıştı. «Ya sen?»
«Hurda haline gelmiş beş zırhlı arabayı ne yapayım?» Adam hafif sesle gülüp devam etti. «Amerikalısın, değil mi? Teksaslı mısın?»
«Mektuplarımı okuduğun anlaşılıyor.»
«Makine mühendisi misin?»
«Olmaya gayret ediyorum.»
«Sana bir içki ikram edebilir miyim?»
«Bunun yerine parasını ver. Bir trene yetişmem gerekiyor.»
Adam, «Öyleyse yolun açık olsun,» diye cevap verdi. Jake de kapıdan Dar es Salaam'ın öğle güneşinde kavrulan tozlu yoluna çıktı. Arkasına hiç bakmadan ilerledi. Böylece oradan kesinlikle ayrıldığını belirtmek istiyordu.
Jake ilk köşedeki kahveye girerek gizlendi. Ismarladığı Tusker birası kan kadar sıcaktı. Endişeyle düşünürken içkisini yudumladı. İngiliz onun garip bir duyguya kapılmasına neden olmuştu. Adamın araçlarla sadece merak yüzünden ilgilenmediği belliydi. Jake'in bu durumda araba başına yirmi sterlinden daha fazla vermesi gerekebilirdi. Ceketinin iç cebinden dünyadaki tüm servetinin bulunduğu eski domuz derisi cüzdanı çıkardı. Masanın altında parasını saydı.