1 Kasım 2021 Pazartesi

Veda Yemeği / Michel Tournier

Veda Yemeği

Veda Yemeği

Veda Yemeği’nden…

Güzel ve zarif yerine, şirin ve zeki. Bu yazgıyı kabullenmem yıllarımı aldı. Sonunda bunun “çok daha iyi” olmasa bile, hiç değilse bir lanetlenme de olmadığını ister istemez kabulleniverdim. Her ne kadar bu iki nitelik bazen birbirine ters düşüyorsa da. Bu bir zekâ belirtisi midir? Aptallığı derhal teşhis edebilirim ve insanın aptal olanını adeta kokusundan tanırım. Bu niteliğini bulup çıkardığım erkekler karşısında ise ani, kökten ve çaresiz bir ret ile eğlenceli bir hoşgörü ve acıma duygusu taşıyan bir horgörü arasında bocalıyorum. “Yalvarırım: Bir iyilik et ve sus!” Bu yalvarmayla nicelerini kendimden uzaklaştırdım.

Okudum; çünkü görünüşüm ve gözlüklerim bunu yapmamı gerektiriyordu. Rouen’daki fakültede klasik edebiyat lisansı yaptım. Felsefe öğretmenliği sınavına hazırlanan Alexis ile işte burada karşılaştım. Filozoflar zekâyı kendilerine meslek edinmişlerdir. Başkalarının amatörce uğraştıkları şeyler olan akıl, titizlik, incelik, kavrayış, sezgi, bireşimsel bakış onlarda meslek haline gelmiştir.

Sanırım, kendini Leibniz, Kant, Hegel, Heidegger’in yapıtlarını incelemeye adayan fazla kız yoktur. Benim durumum da öyle oldu. Şöyle bir geriye dönüp baktığımda gülünç buluyorum, ama hiçbir zaman bundan utanç duymuyorum. Evlendik. Çok genç yaşta, ailelerimizin ortak onayıyla. 1968 mayısının çalkantıları bizleri önce birbirimize yaklaştırıp sonra ayırdı. Bir çiftin böyle bir deneyim yaşaması zor şey doğrusu. Alexis’nin ateşli devrimciliğiyle sürekli matrak geçiyordum.

Gerçek şu ki, felsefe öğretmenliğini Sokratesçi bir anlamda, insanın gözünü açan, kuşkuya yönelten, yüce bir karışıklık yaratan bir uğraş olarak düşünüyordu hep. 68 mayısını kişisel bir doğuş olarak değerlendirdi. Ben olayları başka türlü görüyordum. Gerçekte, her şey onun gözünde engelleri, çelişkileri ve sağduyuyu silip süpüren, söze dayalı, önüne geçilmez bir dalga olan söyleme dönüşüyordu. İktidarı ele geçirmekle, söz almak kavramlarını birbirine karıştırıyordu ve bunu ona göstermekten geri kalmıyordum.

Gülünçlüklerden gına getirip Fécamp’a ailemin yanına döndüm. Caux yöresinin insanı suskunluğuyla tanınır ve 68 kuşağının söz cambazlığını yaşadıktan sonra buna çok önem vermeye başlamıştım. Kıra çekilmiş, mütevazı bir yaşam sürdürüyordum, ama su içmeye mahkûm değildim tabii, çünkü bir Quartier Latin müdavimi olarak alışkanlığımdan vazgeçemiyor, saatlerce kahvelerde oyalanıyordum. Fécamp ise bu tür şeylere göre bir yer değildi; halk, kasaba merkezindeki ve limandaki meyhanelerde sürtmeme fena halde bozuluyordu. Oudalle’a işte bu meyhanelerden birinde rastladım.

Sécherie’den1 kaptanlığını aldığı bir gemiye tayfa temin ediyordu. Küçük kahvenin dip tarafında bir masaya oturmuştu, boşta gezen adaylar ellerinde evraklarıyla günah çıkarmaya gelirmiş gibi birbiri ardına sökün ediyorlardı. Sarışın kirpiklerinin altından maviş maviş bakan, cüsseli, hantal Oudalle, Kuzey Kutbu’nda yaşayan bir kutup ayısı kadar konuşkan görünüyordu. Onu hemencecik sevdim. Daha sonra bana bunun ilk karşılaşmamız olmadığını hatırlattı. Yirmi yıl önce şirkete ait bir yatla ailece yaptığımız bir gezi sırasında, babam, kardeşimle beni iki günlüğüne, yakınlarda bir yerde avlanmakta olan filomuza bağlı bir balıkçı gemisine göndermişti. Eğitimimizin bir parçasıydı bu.

Daha o zaman, vahşi bir ortamın hüküm sürdüğü bu yüzer zindandan nefret etmiştim. Orada bir şiddet sahnesine tanık oldum: İkinci kaptan purosunu yakayım derken, az kalsın yüzünü yakacak olan bir muçoyu bir balıkla kamçılamıştı. Ben, kahvedeki kutup ayısında yeniyetmelik dönemini hatırlatacak en ufak bir ize bile rastlamadım ama, o benim adımı duymuştu. Öylesine ender koşullarda karşısına çıkan, öyle ilginç bir addı ki, unutması olanaksızdı...

LİNK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder