16 Mayıs 2018 Çarşamba

Mezbaha No 5 / Kurt Vonnegut


Mezbaha No 5

Mezbaha No 5'ten...

Birinci kattaki asansör kapısı madenî kıvrımlarla süslüydü. Demir sarmaşık her delikten fışkırmaktaydı. Üzerine iki dudukuşunun tünediği demirden bir de dalı vardı bu kapının.
Yeni terhis olan delikanlı asansörü bodruma indirmeye karar verdi, kapıyı kapadı ve inişe geçti, ama nikah yüzüğü süslere takılmıştı. Taban aşağı iner ve ayaklarının altından kaçarken havada asılı kalıverdi, asansörün tavanı da onu ezdi. Hayat bu.
Haberimi telefonla bildirdim, parafinli kağıda geçirecek olan kadın beni sorguya çekti: «Karısı ne dedi?»
«Henüz haberi yok, «cevabını verdim» Kaza yeni oldu.»
«Onu arayın ve konuşturun.»
«Ne?»
«Polisten, Başkomîser Finn olduğunuzu belirtin. Kötü bir haberiniz olduğunu söyleyin. Kadına olayı bildirin ve ne diyeceğini bekleyin.»
Dediğini yaptım. Kadın haberi beklenebileceği gibi karşıladı. Bir çocuk vardı ortada. Falan filan.
Gazeteye döndüğümde yazıişleri sekreteri kız, kendi merakını gidermek için ezilen adamın ezildiği an ne durumda olduğunu sordu.
Ona anlattım.
«Sizi sarstı mı?» diye üsteledi. Üç Silahşor şekerlerini yutaraktan.
«Yok be canım, Nancy. Savaş sırasında bunun bin beterini gördüm.»
Daha o sıralar sözde Dresden'le ilgili kitabı yazmaktaydım. Henüz Birleşik Amerika'da, ön planda olan ünlü hava akını değildi. Pek az Amerikalı, bunun Hiroşima'dan çok daha öldürücü olduğunun farkına varıyordu. Ben de bilincinde değildim. Pek büyük bir patırtı koparıl-mamıştı.
Bir kokteyl sırasında, tanık olduğum şekliyle hava akınını ve yazmak istediğim kitabı Şi-kago Üniversitesi profesörlerinden birine anlatıyordum. Toplumsal Düşünce Derneği adlı bir kuruluşun üyesiydi. Bana toplama kamplarından, Almanların ölü Yahudilerin yağıyla nasıl mum ve sabun yaptıklarından ve bununla ilgili şeylerden söz etti.
Ona tek söyleyebileceğim şuydu: «Biliyorum. Biliyorum. Biliyorum.» ikinci Dünya Savaşı hiç kuşkusuz herkesi katılaştırmıştı. New York eyaletinde, Schenec-tady'de General Electricin dış ilişkiler görevlî si, ilk evimi satın aldığım Alplaus köyünde de gönüllü itfaiyeci oldum. Patronum, rastlamak talihsizliğine 


15 Mayıs 2018 Salı

Kedi Beşiği / Kurt Vonnegut


Kedi Beşiği

Kedi Beşiği'nden...

Annemle babamın Nobel Ödülü’nü almak üzere İsveç’e yola çıkacakları günün sabahındaki kahvaltıyla ilgili meşhur hikâyeyi duydunuz mu hiç? The Saturday Evening Post gazetesinde bile yayınlanmıştı. Annem o sabah mükellef bir kahvaltı hazırlamış. Sonra masayı toplarken Baba’nın kahve fincanın yanında bir çeyreklik, bir on sent ve üç peni bulmuş. Bahşiş bırakmış.
Babamı öylesine korkunç şekilde yaralamamın ardından, yani yaptıysam öyle bir şey, koşarak bahçeye çıktım. Ağabeyim Frank’ı koca bir keçisakalı çalısının altında bulana dek nereye gittiğimi bilmiyordum. Frank o zamanlar on iki yaşındaydı ve onu orada bulmama şaşırmamıştım. Sıcak günlerde o çalının altında bolca vakit geçirirdi. Kökleri saran serin toprakta kendine tıpkı bir köpek gibi çukur açardı. O çalının altındayken Frank’in yanında neler olabileceğiniyse asla tahmin edemezdiniz. Bir seferinde müstehcen bir kitap vardı. Başka zaman bir şişe ucuz şarap. Bombanın atıldığı günse Frank’in elinde bir yemek kaşığıyla bir kavanoz vardı. Farklı türlerde böcekleri kaşıkla alıp kavanoza koyuyor ve dövüştürüyordu.
Böcek dövüşü o kadar ilgi çekiciydi ki, ağlamayı hemen kestim, ihtiyarı tamamen unuttum. O gün Frank’in kavanozda hangi türleri dövüştürdüğünü hatırlayamıyorum ama daha sonraki böcek dövüşlerimiz aklımda: Yüz kızıl karıncaya karşı bir makaslıböcek, üç örümceğe karşı bir kırkayak, kızıl karıncalara karşı siyah karıncalar. Kavanozu sallamazsanız dövüşmüyorlardı. Frank da bunu yapıyordu zaten; kavanozu sallıyor, sallıyor, sallıyordu.
Bir süre sonra Angela beni buldu. Çalının bir tarafını kaldırdı ve ‘Demek buradasın!’ dedi. Frank’a ne yaptığını zannettiğini sordu ve o da, ‘Deney yapıyorum,’ diye cevap verdi, insanlar ne yaptığını zannettiğini sorduklarında Frank hep öyle derdi. Her zaman, ‘Deney yapıyorum,’ diye cevap verirdi.
Angela o sıralarda yirmi iki yaşındaydı. On altı yaşından beri, annem öldüğünden beri, ben doğduğumdan beri evin asıl reisi o olmuştu. Hep üç çocuğu olduğundan bahsederdi: ben, Frank ve Baba. Abartmıyordu da. Soğuk kış sabahlarında Frank’in, Baba’nın ve benim girişteki koridorda tek sıra olduğumuzu, Angela’nın hepimize aynı şekilde muamele ederek bizi giydirdiğini, sarıp sarmaladığını hatırlıyorum. Tek farkımız benim anaokuluna, Frank’in ortaokula, Baba’nın ise atom bombası yapmaya gitmesiydi. Yine öyle bir sabah kaloriferin bozulduğunu, boruların donduğunu ve arabanın çalışmadığım hatırlıyorum. Hepimiz arabaya doluşmuştuk ve Angela akü tamamen boşalana kadar marşa basıp durdu. Sonra babam konuştu. Ne dedi biliyor musunuz? ‘Kaplumbağaları merak ediyorum.’ Angela dönüp, ‘Kaplumbağalarla ilgili neyi merak ediyorsun?’ diye sordu. ‘Kafalarını içeri çektiklerinde,’ dedi babam, ‘omurilikleri bükülüyor mu yoksa büzülüyor mu?’
Angela, atom bombasının adı anılmayan tesadüfi kahramanlarından biriydi ve bu hikâyeyi kimsenin bildiğini sanmıyorum.